16 Aralık 2010 Perşembe

c- “Kendini Övenin Selamı Var.”

c- “Kendini Övenin Selamı Var.” Derler ama Biraz Kendimi Öveyim:

Müsaade edin de önce biraz olsun Fatma Ebemi (anneannem) anayım; Hani “Din Eğitim ve Öğrenimim” konusunda bahsetmiştim;
Elime bir tutam gilime (üzüm bağlarındaki kütüklerin/omcaların budanarak kesilmiş çubukları, dalları) tutuşturup da beni, “namazlık” öğrenmem için köy imamının hocalığına yollayan Fatma Ebemden:
Kendisi çileli bir hayatın yılmaz kahramanıydı.! Henüz elinin kınası çıkmadan, kendisini çok seven ilk kocası Ahmet (inşallah mekanı cennet olsun…!) :
 Fatma; “Seni çok seviyorum…! Dönebilirsem inşallah seni çok mutlu edeceğim…! Yok dönemezsem seni sıratta bekleyeceğim. Rabbimin yardımıyla cennete seninle gireceğim… İnşallah, inşallah, inşallah…! Haydi Allah’a Emanet ol...!” deyip gitmişti askere.! Hem de Çanakkale’ye…
Savaşlar bitmiş, memleket kurtulmuş,
Gazilerin kendisi, şehitlerin künyesi gelmişti…
Ancak Fatma Ebemin Ahmet’i; gidiş o gidiş  bir daha dönememişti. Ahmet gaipti!
Şehit eşlerine parasal yardım vardı, ancak bu yardım gaip eşlerine yoktu… Üstelik evlenmeleri de yedi yıl süreyle yasaktı. Öyle ya, belki gaipler geri dönebilirdi…! Gerçi evlenmek isteyen kimdi? Ama çileli hayatın mücadelesi de başa düşmüş, çekilecekti!
Neyse, günler günleri kovalamış, Delimam Dedemle evlenmişti. Bu yeni evlilikten bir oğlu olmuştu. Olmuştu olmasına ama, çocuk henüz kundaktayken bu kez de kocası cezaevine düşmüştü. Tam 10 yıl onu beklemek, yedi üveyin içinde elinin bebesiyle hayat çilesini çekmek zorunda kalmıştı.
Nihayet kocası dönmüş, ertesi yıl annem doğmuştu. Ama henüz, yılına bile varmadan kocası Delimam ölmüştü..! Fatma Ebem bir kere daha elinin bebesiyle hayatın çilesine dönmüştü.
Ama yılmamış, yıkılmamıştı. Her iki kocasına da, evlatlarına da layık olmaya çabalayıp durmuştu hep! Çünkü O bir seferberlik hanımıydı. O, milletin kurtuluş günlerinin hanımıydı. Sabrı, kanaati, çileyi, yokluğu, buna rağmen fedakarlığı ve vermeyi bilirdi çünkü!
Bu arada gencecik oğlunu (Veysel Dayım) da kaybetmişti. Üstelik Veysel Dayım, arkasında küçücük bir kız evlat bırakmıştı. Bu evladın sorumluluğu da kendisine düşmüştü. Bunu da büyük bir onurla üstlenmişti.
Haydi bakalım! Hayatin çileli yolculuğuna devam…
Yıllar yılı asla yılmamış, yıkılmamıştı!
Göksu boylarında yetiştirdiği, elma, erik, üzüm, sebze vs. zerzavatı, yayan yapıldak gittiği ta ova köylerinde satar geçim sağlardı…
Hemen her gün, Dere’den bir katır yükü yiyecekle dönerdi! Yükünde ne varsa, yarısı yolda kendisini görenlere dağıtılmak üzere ayrılırdı.
Örneğin, kendi köyümüze gelmekteyse; Köy’ün önündeki yazının ucunda bulunan ve “İnin Önü” dediğimiz yerden çıktığında, köyün cümle çocuğu önüne koşuşur, onun yükündeki nasibinden nasiplenirdi.
O bu nasibi; gerek gidenlerin, gerekse kendisinin ahreti, yani Allah rızası için dağıtırdı.!İşte bu hanım da, yukarıda anlattığım ve Kurtuluş Savaşını yürüten ruhun, kadın örneğiydi..! Çileyi bilir, sabrı ve metaneti bilir, eli selek, tam bir “Hanım Ağaydı!”
Nitekim hayatının sonunda; “Ta ilk kocam Ahmet askere giderken başladı içim ağlamaya… Bu ağlamayı hiçbir zaman dindiremedim… Kendimi asla güldüremedim…. Halimi kimselere bildiremedim… Ne olur, bir kez de benim için ağlayıverin…!” demişti…
Fatma Ebem ağlayamasa da, ben ağlarım. Hem onun yerine de ağlarım! Ağlamaktan da çekinmem.  Bunu da Kara Mehmet Dedemden öğrendim. Öyle erkekler ağlamaz lafına da hiç mi hiç inanmam!

            ***************************
Ve her zaman söylerim; “Ben ağayım, ağa  çocuğuyum!” diye.
Ben onlardan gördüm ağalığı.! Ağalık öyle para pul çok olunca yapılan bir şey değil ki? Ağalık verebilmekle olur; paylaşmakla olur. Gönül zenginliğiyle olur! Çıkarının üstüne basıp da onun köleliğinden kurtulmakla olur! Ve böylece başın hep dik olur!
Ve bizim Anadolu Ağası, işte böyle olur! “Batının para babalarına, patronlarına”  hiç mi hiç benzemez!

Hakikaten de ağayımdır ben! Buna inanıyorum…
Çünkü çıkarım kendi ayaklarımın altında. Onları çoğu zaman çiğniyorum elhamdülillah. Bu yüzden de çıkarıma eğilmem. Çıkarıma eğilmediğim için de başım hep diktir!
Bu dik duruş ise en büyük onurumdur!
İsteyeceğimi de Allah’tan isterim. Kimseye boyun bükmem. Çünkü Allah’a boyun büktükten sonra başkasına boyun bükmek zül (aşağılık) gelir bana. Bunu böyle düşünür, böyle inanırım…
Ancak hiç kimseye, özellikle de milletin manevi şahsiyetini temsil eden mevki-i ve makamların, bizzat şahsi manevisine asla saygısızlık etmem.
O makamlar nedeniyle, o makamı işgal eden kişilere de yine erdemleri ölçüsünde saygıda kusur etmemeye çalışırım. İnsanı hep kendi erdemleri nispetince büyük sayarım… Lakin kimseyi, malı, mülkü ve makamı için asla büyük saymam. Aynı nedenle kimseyi de küçük saymam.
Her taş yerinde ağırdır.” derim. Örneğin bir ayakkabı boyacasına ayakkabımı boyatırken de, başka zaman da elimden gelen saygıyı gösteririm. Yeter ki iyi ve erdemli bir insan olsun…! Mevkisi ve fakirliği nedeniyle onu asla küçümsemem. Onu erdemleri ölçüsünde değerlendirir, layık olduğu yere koymaya çabalarım. En yüksek mevkii işgal eden adamdan, o ayakkabı boyacısının insan olmak noktasında bir farkı yoktur nazarımda.
En yüksek mevkii işgal eden ya da, en çok parayı veya malı elinde bulunduran kişiyi ise, erdemleri yoksa yani kısaca insan değilse, ben de onu, parası pulu ve de mevkii var diye insan yerine dahi koymam!
Bu yüzden bazıları beni ukala bulurlar? Lakin ben, kendime söylenen bu “ukala” yakıştırmasını kabul etmem asla! Buna inanmam da…
Tam tersine, kendimi mütevazı bulurum.
Çünkü ben, malı ve mevkii yok diye hiç kimseyi küçümsemem; var diye de kimseyi büyük görmem! Ama maalesef toplumumuz çoğunlukla bunun tersi bir durumdadır…
Durum böyle olunca malı ve makamı yüksek olup da kendilerini bununla izah eden kimseler, kendileri karşısında eğilmediğimi görünce bana bozuluyorlar! Sanırım bu nedenle olsak gerek; beni “ukala” sayıyorlar!
Gördüğüm kadarıyla onlar; bu andığımız türden geçici ve anlamsız varlıklarıyla çalım satmaya, bunlarla saygı görmeye alışmışlar! Bunun tersi ile karşılaştıkları için, derhal apışıyorlar!
Bense onların alıştıkları şeyler nedeniyle kendilerine saygı göstermiyorum! Olduk mu “ukala”? Halbuki asıl ukala onlar…!
Değil mi ki çalım sattığı boş şeylerle halkı hor ve hakir görüyorlar.!?
İşte ben bu yüzden ağayım! Yoksa beni, onlar gibi ve onlar türünden zengin falan sanmayın!
Soyun da gel babam, soyun da gel!
Yani mevkii, makam, şan, şöhret ve paranla pulundan soyunda gel! İşte o zaman ölçüşelim seninle!
Parandan, pulundan, mevkiinden, makamından, şanından, şöhretinden ve nihayet tüm bunlardan ve benzerlerinden gerçek manada soyunduğun zaman, hala dimdik ayaktaysan…
İşte o zaman ne “adam” (insan) olduğunu bileyim!
Bileyim de… Ne olur…?
Getir o zaman; şu alnından bir de ben öpeyim!

Ey bu gibi şeylerle ezim ezim ezilen kardeşim:
Bil ki; yukarıda olumsuzlukla anlatılan adam ve yaptıklarının hepsi boştur!
Sen gayri meşru yollara sapmadan kendi iç dünyanla barışmanın, kendini yani ruhunu geliştirmenin yollarını ara. Sen meşru yoldan yürü. O miden elbet doyar. Gerisi zıvırtıdır; unutma!
Demem o ki;
Bir insanın insan olması için önemli olan, insanlık erdemlerini taşımasıdır! Başkası hava cıvadır!
İnsanın insana olan gerçek ihtiyacı ise;
Sevgi, saygı, güler yüz, tatlı dil, paylaşım, dayanışma ve yardımlaşmadır. İnsanın insandan olan en büyük alacağı da, en büyük vereceği de işte budur.
Karşında gördüğün insandan çıkar anlamında, “Ondan ne alabilirimi…” değil, “Ona ne verebilirimi…” düşünmelisin!
Bunu da yukarıda andığım gerçek ihtiyaç anlamında yapmalısın. Karşındaki insandan feyiz ve güzellikler almaya, bunlardan bol bol devşirmeye gayret etmelisin!
Allah bu anlamda hepimizin yardımcısı olsun! Amin.
Tüm bu anlatımlardan asılı maksadım; kesinlikle kendimi övmek falan değildir!
Asıl maksadım; saydığım vb. hasletlere, kendi adıma bir öykünme, bir gayret, kendi nefsime bir telkin, bu telkini sizlerle paylaşmak, sizlere de önermek, arzu edenin almasına sebep olmak, vs.dir!


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder