a- Onur ve Gurur Karmaşası:
Benim bildiğim gururlu demek, “mağrur, kibirli” demektir...! Bu da iyi bir şey değildir. Bu böyle değil de yoksa ben mi yanlış biliyorum? Yoksa ben mi yanlış düşünüyorum? Hakikaten insan gururlu mu olmalı, yoksa onurlu mu?
Beyler; önemli olan, onurlu olmaktır. İnsanlık erdemlerini taşımaktır; taşımaya çalışmaktır…!
Yeryüzünde kazanılacak en büyük erdem; mümkün mertebe yüce bir ruh kazanmak, daha doğrusu ruhunu yüceltmek, yüceltebilmektir…! Gerçek kazanç ve kurtuluş işte budur!
Tam bu noktada ve bir nebzecik de olsa; toplum olarak, “onur” ve “gurur” kelimelerini birbirine karıştırdığımız, anlamlarının ayırımına tam olarak varamadığımız, böylece, bilincinde olarak ya da olmayarak bu iki kelimeyi yanlış yerlerde kullanışımız gerçeğine kısaca değineceğim:
Çünkü bu karıştırma dahi nice gerçekleri doğru dürüst anlayamayışımıza, böylece gerçeği ve sorunun ne olduğunu kavrayamayarak çözemeyişimize, sonuç olarak da toplumsal çürümeye neden olmaktadır.
Onur: Şeref, haysiyet, doğruluk, dürüstlük,namus ve bunlara bağlı kıvanç, bahtiyarlık vb. anlamlar içerir. Karıştırılan nokta; sanırım, işin bu kıvanç ve bahtiyar olmak boyutundan kaynaklanıyor. Ancak buradaki kıvanç ve bahtiyarlığın saiği yani oluşturucu kaynağı gururdakine benzemez.
Üstelik gurur ile elde edilen haz; insana mutluluk verici bir unsur olan kıvanç ve bahtiyarlık gibi olmayıp, kendini beğenmişlikten gelen nefsani bir övünmenin sonucudur.
Gurur: Gururlu olana mağrur denir. Gurur Türkçe bir kelime olmakla birlikte, mağrur kelimesinin başındaki “ma” Arapça’dan devşirme bir ettirgenlik ekidir. Aslı: “ma” + “gurur” dur. Mağrur: Gururlanan, kendi adına gururu yapan, oluşturan kimse demektir. Büyüklenen manasına gelir.
Bu durumda; “Çok gururlandım!” demek, “Çok kibirlendim” yada “çok büyüklendim!” demek oluyor. Doğrusu, “Çok onurlandım, onur duydum:” veya “Çok şeref duydum.” vb. şeyler demektir!
“Kibir” ve “kibirli” kelimeleri de aynı benzer anlamdadır. Yani; “gurur” = “kibir” ile “mağrur” = “kibirli” biçimindedir.
Gurur kelimesinin aksine, “kibir” kelimesi Türkçe olmayıp, Arapça, ekber, kebir kökünden türeme bir kelimedir. Sadece almış olduğu “li” eki Türkçe’dir. Yani: “Kibir” + “li” = “kibirli” dir.
Kibir ise: Taşkın ve gereğinin üstünde büyüklenme demektir. Aynı zamanda övünmeyi de içinde barındırır.
Büyük insan ise, aslında büyüklenmez; övünmez de… Tevazu sahibi, yani alçak gönüllü olur. Büyüklenmeye gerek duymaz. Aynı şekilde övünmeye de… Zaten büyük kişiliklerin öveni de çok olur!
Büyüklenen insanda ise, kişilik zaafiyeti bulunduğu düşünülür. Ayrıca kendi kendini övmekle hiç kimse büyüyemediği gibi, el nazarında küçülür, küçümsenir, sevimsizleşir. Ne var ki büyüklenen insanlar bu eylemlerinden garip bir haz alırlar. Belki de böyle bir hazza ihtiyaçları vardır.
Öyle ya; “Kendini beğenmeyen çatlar, ölürmüş.” derler. Yine de bu, “kendini beğenmek” konusu;
Büyüklenme anlamında olmayıp, “kendine güven ve kendi iç barışını sağlamış olmak.” anlamında olsa gerektir.
Dediğim gibi; kibir yani gurur, bunu yapan insana haz verir. Lakin bu haz alış, insana uygun bir haz alış biçimi olmayıp, nefsin ve şeytani duyguların tatmini biçiminde gelişen bir haz alış biçimidir. İşin özü itibariyle haksız, hak edilmeyendir. Bir nevi yalan, yanlış ve sahte bir durumdan elde edilen hazdır. Belki de bir eksikliğin ya da bir tür yokluğun tatminidir. Ancak buradaki yokluk yahut eksiklik, tatmin edilmesi gereken değil, bizzat kendisi yok edilmesi gereken bir haldir.
Bu tatmin hali aynen, günah ve yasaktan lezzet almaya benzeyen bir durumdur. Böyle bir haz alışın verdiği sahte mutluluğun ise, onur kaynaklı bahtiyar olmaya, ya da kıvanç duymaya benzemeyen bir haz olduğu ortadır. En azı; saikleri yani doğum kaynakları farklıdır.
O nedenle, bu konuda ve çoğu kez yaptığımız hatayı fark etmeliyiz. “Gurur duydum, ya da gururlandım” demek yerine, “Onur duydum veya onurlandım.” demeliyiz!
Ayrıca; bir insanın haysiyeti yani onuru rencide edilip de, o insandan onurunu korumak adına ve sabır anlamında bir direniş görünce, ona:
“Sen ne gurursuzsun..!” denilmez. Hele hele “Ne kadar onursuzsun!” falan diye, asla denilemez. Çünkü böyle demek, zaten başlı başına bir mantık hatasıdır. Onun yaptığı şey, zaten onur mücadelesidir.
Açıkladığımız türden bu yanlışları kullanılmak suretiyle arkaya dolaşıp puan almaya çabalamak, yani bunu bile bile yapmak tamamen fauldür. Faulden öte hıyanettir. O yüzden bu tür konular basit konular değildir. Basite alınmamalıdır. Toplumsal çürüme bu nedenlerle de oluşuyor olduğu gibi, bunları bilinçle oluşturup kullanan, milletin başına musallat edenler vardır. Bu işler tesadüfi değildir. Tüm anlatılanların bilincine varılmalıdır.
Kısaca, “Bu durum iyi bilinmelidir.” diyeceğiz…!
Bu cümleden olarak; “Onur duydum.” Ya da “Şeref duydum.” demek varken, kötü bir manayı içeren; “Gurur duydum.” demeğin gereği yoktur.
Hatta durumun farkına varamayan bazı ailelerin, bu gereksiz, yersiz hatta haksız bir büyüklenme, yani “kibir” anlamındaki “gurur” kelimesini çocuklarına ad olarak verdiklerini görüyoruz. Bu yanlıştır…
Elbette konunun farklı açılımları da vardır. Fakat bu açılımlara yönelmek konumuzu dağıtır!
* * * * * * * * * * * *
Bu izahlardan sonra artık biz, yine şu kendisine “Sen ne kadar gurursuz kadınsın.” denilen hanıma dönelim:
Neyse; “adam yine kadının altından girmiş, üstünden çıkmış. Ben bir yanlışa düştüm. Başımda ciddi sorunlar var. Beni boşamazsan öldürecekler. Çocuklarımız babasız kalmasın. En geç 6 ay içinde yuvamıza döneceğim. Sana söz veriyorum.” diye duygu sömürüsüyle kadını boşanmaya razı etmiş. Böylece boşanmışlar. Bu arada çocukları kadının üzerine yıkmış. Yüksek mertebeli (!) Bey’imizin şirketinin avukatları, bu olaylar olurken kendisinden her türlü saygı, takdir ve yardımlarını esirgemiyorlarmış (!).
Nihayet, en hafif zayiatla (?) kadını sıyırtmış başından ve ermiş “özgür yaşamak” muradına…(!) Erdiyse…?
Büroma gelen hanım, oyuna geldiğini artık iyice anlamıştı. Ama anlamadığı bir tek şey vardı: O, hep Allah’a güvenmişti, inançlıydı, güveniyordu ve sabretmişti.(!) Sabırlıydı.(?) Sabrının karşılığı bu olmamalıydı… Bunu hak etmediğini düşünüyordu… Ama inanıyordu ki; Allah ona sabrının karşılığını “öbür dünyada” verecekti.(!?) Gösterdiği davranışın “sabır” olduğunu sanıyordu.(?)Kendisine; yıllardır yaptığı şeyin; “sabır” olmayıp, zulme boyun eğmek, katlanmak, zulmün yükünü çekmek kısaca: “Tahammül etmek, katlanmak, yük çekmek yani hamallık etmek” olduğunu kısaca anlattım. Sabır göstererek bu zulme baş kaldırmamış, gereğini yapmamış olmanın ızdırabını yaşadığını, daha da yaşayacağını anlattım.
Kısaca; “Bu eylemi nedeniyle öbür dünya için Allah’tan ödül beklemesinin yanlış olduğunu, bu davranış tarzı nedeniyle bir ödül yani sevap almasının söz konusu olamayacağını, tam tersine ceza görebileceğini, bu nedenle de, tövbe edip bundan sonra zulme boyun eğmemesi gerektiğini, eğer zulme boyun eğerse, şimdi düşürüldüğü durum gibi, öbür tarafa da bu boyun eğişin yüküyle gideceğinden dolayı ödül alamayacağını, tam tersine eza çekebileceğini, nitekim bu eza ve cefanın ilk görüntülerinin bu dünyada bile ortaya çıkmış olduğunu” söyledim.
Kadın bu güne dek böyle şeyler duymamıştı. İrkildi! Durdu, düşündü! Sonra gülümsedi:
“Hay Allah senden razı olsun..! Ben bu güne dek, hiç kusurum yok sanırdım. Meğer kusurun büyüğü bendeymiş. Zulme katlanmakla gelmiş tüm bunlar benim başıma..! Hey büyük Allah’ım ben nasıl ve ne hakla katlandım o acılara..? Benim günahlarımı affet.” dedi.
Elbette “sabrın” kökünde olumsuza karşı dik duruş, karşı duruş, metanetli duruş vb. içerikler vardır. Yine aynı kararlılıkla olumlunun yanında yer alış mevcuttur. Yük çekmek, boyun eğmek, katlanmak, taviz vermek ve vs. anlamlarındaki “tahammül” ile taban tabana zıttır.
Tahammülün anlamını “sabra” yüklemek, bir çok yönden çok ciddi bir hatadır. İnsanı, insanlığı temelinden sarsar, yanlışa sürükler. İnsanlar zulme katlanırlar, boyun eğerler, taviz verirler. Böylece sabrettiklerini sanırlar. Halbuki yaptıkları iş zulme boyun eğip ona tahammül etmekten ibarettir. Daha doğru bir deyişle zulmün yüküne hamallık etmektir. Böylece zaten daha bu dünyada iken zül olurlar yani aşağılanmış duruma düşerler. Çünkü yaptıklarının karşılığı ve ilahi kanunların yani kaderinin gereği budur.
Bir de tutarlar sabırlı davrandıklarını sanarak Allah’tan ödül beklerler.(!) Halbuki onlar daha burada zül olmuşlar zulmün yükünü taşımaya başlamışlardır bile… Bu yüklendikleri yükle varacaklar Rahman’ı Rahim’in karşısına… Ve Allah onlara elbette taşıyıp getirdikleri yükün karşılığını orada da verecektir! Ama bu karşılık bilmem ki ödül mü olacak yoksa daha ağır bir zillet mi!? Bu sorunun cevabı iyi düşünülmelidir. İyi düşünülürse acizane cevabım; Bunun bir zillet ve aşağılanma olduğudur.
Dolayısıyla sabra tahammül anlamı yükleyerek halkımızı, milletimizi ve insanlığı bilerek ya da bilmeyerek yanıltanlar büyük vebal altındadırlar.!
Bu konu basit bir şey sanılsa da, basit değildir. Bunu yapanlar bu vebalin altından kalkamazlar. Bunun hesabını veremezler. Yaptıkları büyük bir kötü iş, büyük bir insanlık suçudur.
Üstelik sorun, günahlık sorunu olmayıp, inançsal bir konu ve sorundur. Şirkle alakalıdır. Fesat çıkarmakla alakalıdır. Fesada ve zulme çanak tutmak, ortam hazırlamaktır. Toplumu alttan alta çürütmeye neden olur.
Çünkü böyle olunca halk zulme boyun eğdiğini bilemez; sabrettim sanır! Netice olarak zulme karşı gereken tepkiyi veremez! Hakkını arayamaz! Kuran’ın temel çizgilerinden biri konumunda olan; “İyiliği desteklemek (emretmek), Kötülüğe karşı çıkmak.” İlkesi çalışamaz. Böylece zulmün sesi gür çıkar. Ortalığı zulmet kaplar. Nitekim durum tam da böyledir. Bu durumun vebalini kimse taşıyamaz; hesabını kimse veremez.
Sabra tahammül anlamı yüklemek toplumun temeline dinamit koymakla eş anlamlıdır!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder