16 Aralık 2010 Perşembe

11- BİR RÜYA VE RESULULLAH’IN HUZURU

BİR RÜYA, MEDİNE GÜNLERİ VE RESULULLAH’IN HUZURU

Nihayet bir gece yolculuğu ile (Ki gündüz yolculuğu yapmak isterdim ama nasip işte! Benim irademi aşan konular) Medine’ye vasıl olduk. Ne mutlu ki o günkü sabah namazımızı Mescid-i Nebevi’de yani Peygamber Efendimizin Camii’nde kıldık. İnşallah Rabbim tüm Ümmeti Muham-med’in tüm namazlarını kabul buyursun.!
  Medine’de ilk dikkatimi çeken şey; Mescid-i Nebevi’nin karşısındaki bir binanın duvarındaki Türkçe de dahil, birçok dilde yazılan;
Resulullah’ın şehrinde sigara içmeyin!” sözü, uyarısıydı. Nedense bu söz beni çok etkiledi! Sanırım  beni etkileyen şey, Ora’nın Resulullah’ın şehri olmasıydı. Ora’ya hiçbir olumsuzluğu yakıştıramayışımdı...! Sanırım böyle bir ortamdı beni heyecanlandıran. Cennet gibi bir şey mesela! Nitekim Peygamber Efendimiz, halen Mescid-i Nebevi içinde bulunan Ravza-i Mutahhara’sı için: “Burası, Cennet bahçelerinden bir bahçedir.” dememiş miydi?
Maşallah tertemiz bir kent. Ve Resulullah’ın nihai vatanı. O’nu kıyamete dek bağrında yaşatıyor olmanın coşku ve onuru var üzerinde! Bunu hemen hissediyorsunuz..!
Ki ben, Mekke’nin üzerinde de; Resulullah’ın ortaya çıkışına beşiklik etmesinin onurunu taşımasıyla birlikte, O’na sahip çıkıp koruyamayışının yani elinden kaçırışının hüznünü de yaşıyor olduğunu hissetmiştim.

*  *  *  *  *  *  *  *  *  *  *  *            
Nihayet; Bab’ı Selam’dan yani Resulullah’ın huzuruna giriş kapısından huzura girme günü geldi. Ben öyle, Arapça ve de klişeleşmiş dua ile niyazları pek bilmem. Bunları öğrenmek de pek nasip olmadı…
 Nihayet sıra bizdeydi.. Günlerden Cuma’ydı. İkindiden sonra Resulullah’ın huzuruna çıkmak üzere, girdik Selam Kapısı’nın (Bab-ı Selam) önünde sıraya. Tabii ki kalabalık çok yoğun. Heyecanlıyım. Hem kalabalık içinde ağır ağır gidiliyor, hem de dualar okunuyordu! Salavatlar getiriliyor, dua ve niyazlar birbirine karışıyordu. Ben de okuyorum; kendimce ve içimden geldiğince! Bazen insan kontrolü kaybediyor; yüksek sesle okuyabiliyordu. Ama zaten dediğim gibi okumalar birbirine karışıyordu.
Bu arada baktım bir adam…!?
Bu adam beni azarlıyor…?!
Neymiş efendim?:  Orada, benim söylediklerim gibi değil de, bana anlatmaya çalıştığı gibi klişe dualar okunması lazımmış.
Şöyle yüzüne bir baktım..!
Tamam…! Malum çok okumuş…! Belirli mertebelere geldiği açık ama, yorumlamayan, sadece nakleden ve geleneksel dindarlardan birisiydi…
Bırak da istediğim gibi dua edeyim.” dedim sadece.! Ve devam ettim duama… Çoğu zaman bu adam gibi, başkalarının yaptıkları işe “doğrucu Mahmut” benmişim gibi ben de maydanoz oluyorum. Bu belki bir hastalık…(!)
Bu hastalığın nedenini pek bilmiyorum. Bu durumum belki bir meslek hastalığı. Öğretmenliğimden bulaşma sanırım.
Neyse dua ve niyazlarla yola devam…
Nihayet vardık  Resulullah’ın Huzuru’na”:
Bende bir coşku! Bir heyecan! Bir dolukmak  ki sormayın gitsin!
Sadece: “Sen çağırdın; ben geldim Ya Resulullah!” diyebildim!
Kendimden geçmiş; ta ötelere gitmiştim! İşte o zaman bildim çünkü; İki yıl kadar önce gördüğüm bir rüyanın manasını…! O zamana kadar ne yazık ki ayakta uyumuştum!
Aradan bunca zaman geçmesine rağmen, bugüne dek, rüyamın gerçek manasını hala çözebilmiş değilmişim meğer...
Nihayet Resulullah Efendimizin huzurundaydım. İşte o an bildim rüyamın manasını:
Ve: “Ya Resülullah…! Sen çağırdın; ben geldim…!” diyebildim. Ayrıca buradan götürdüğüm selamları da kendilerine ilettim.
Yine kendilerine veda ederken de:
Ey Allah’ım…! Resulün’e beni çağırmış olduğunu unutturma.! Bu çağrıyı ebediyen ve  tüm buraya gelenlerle birlikte baki kıl…”
 Ey Allah’ın Resulü! Beni ve bizleri buralara çağırdığın gibi yarın yevmi kıyamette de yanına, şefaatine yani arkadaşlığına, korumaklığının altına, atının ayağının tozuna çağırmayı ve buna yol açmayı unutma.” diye vedalaşıp geldim.

*  *  *  *  *  *  *  *  *  *  *  *
Rüya şöyleydi: İzmir Ödemiş İlçesi’ne bağlı Küre Köyü’nde, 1974 ile1977 arasında üç öğretim yılı öğretmenlik yapmıştım. Çok iyi kaynaştığım köylerden birisi de orasıydı. Ama hayat gailesidir işte… Yaklaşık 20 yıla yakın bir zamandır oraya gidememiştim. O sıra gitmek gibi bir fikrim de yoktu.
O gece rüyamda Küre Köyü’ne gidiyor olmaktaydım. Oradan az aşağıdaki Çamlıca Köyü’nün gerisinde olup, ben oralardayken bir trafik kazası sonucu Hakkın Rahmet’ine kavuşan meslektaşlarımızdan Ali Alış’ın diktiği zeytinliğin gerisindeki bir dereciğin oluşturduğu vadi nedeniyle, içbükey bir viraj yani dönemeç oluşturan yolun Ödemiş tarafında bulunuyordum. Bir anda Virajın tam karşı tarafında ve Çamlıca yönünde, atı üzerinde Peygamber Efendimiz duruyordu. Yüzü adeta  güneş misali, sanki bir nur topu idi..! Ancak böyle algılayabiliyordum! Durumda bir acillik var gibiydi. Beni çağırıyordu. Çok heyecanlanmıştım! Yoldan dolaşmaya gitmedim! Direkt dere istikametine, Peygamber Efendimizin kendilerine doğru hızla koştum! O’na yetiştim! Aramızda olumlu diyebileceğim bir diyalog geçti geçmesine ama, o anın heyecanıyla o diyalogu tam olarak hatırlayamıyorum..!


Allah Resulü’nü Düşte gördüğüm yerin fotoğrafı:

Resululah’ı Gördüğüm yer: (Sağ Karşı taraf)

Kendileri oradan hemen ayrıldı. Ben, at hareket edince sadece O’nun atının ayaklarının tozuna yetişebilmiştim. Ama davete mahzar ve de  kendileriyle diyaloga muvaffak olmuştum.
Rüyanın heyecanıyla hemen uyandım. İyi bir şey olduğu muhakkaktı. Çok mutluydum. Lakin rüyayı tam olarak anlamlandıramıyordum.
Ancak aradan daha bir gün bile geçmeden, hemen ertesi günü, hiç aklımda olmadığı halde, 20 yıla yakın bir aradan sonra rüyada bahsini ettiğim köye gitmem, rüyayı gördüğüm yerden geçmem  icabetti. Geçtim ve gittim. Oradan geçerken rüyayı elbet hatırladım fakat, anlamı üzerinde aklıma fazlaca bir şey gelmedi. Sadece duyduğum sevinci hatırladım ve yine sevindim.
İşte o köyden geriye döndüğüm akşam; hep düzenli olarak kılmayı arzu ettiğim ancak bir türlü düzene koyamadığım namaz kılma işime düzenli olarak başladım.
Şu var ki; bu başlayışın görünen nedenleri çok çok farklı idi. Yoksa gördüğüm rüya ile görünür ve bilinçli bir bağlantısı yoktu. Daha doğrusu ben böyle bir şey algılayamıyor, yahut hissedemiyordum. İnşallah Allah’ın yardımıyla, o gün bu gündür aksatmıyorum. İnşallah yaşantımı hep böylece tamamlarım!

*  *  *  *  *  *  *  *  *  *  *  *
Hayatım boyunca hep düzenli namaz kılmayı arzu etmişimdir ama, işin doğrusunu söylemek gerekirse; hayatımın hiçbir döneminde hacca gitmek gibi bir arzu, istek, düşünce ve fikriyat bende hiç olmamıştı.
Önceleri namaz kılma işini bir türlü düzene alamamıştım. Çünkü bu, disipline bir hayat yaşamayı gerektiren de bir işti. Ben ise hayatı bu anlamda pek disiplinli yaşayamıyordum.
Özellikle bunda, uyku düzenimdeki dengesizlik önemli rol oynuyordu. Uykumu ne kadar düzene almaya çalışsam ve düzene koysam da, bir müddet sonra bu yine bozuluyordu.
Kendi üzerimde gözlemleyebildiğim kadarıyla, kendi bünyesel biyolojik saatim, dünyamızın 24 saatlik gününden 15 - 20 dakika civarında fazlaydı. İşte bu fazlalık, uykumu düzene alıp daha disipline bir yaşam sürmemi engelliyordu. Disipline olamayışımda bu durumun rolü oldukça büyüktü. Yani benim öznel bir günüm, yer kürenin 24 saatlik bir gününden fazla oluyor,  böyle olunca da hem uykuya geçişim, hem uykudan uyanışım hep ileri ileri kayıyordu. Bu durum, hala sorunumdur. Bu yüzden hala disipline yaşayabilmek adına kendimce büyük mücadeleler yürütmek zorunda kalıyorum..
Durum böyle olmasa bile namaz kılmak yine de ciddi bir iştir. Her şeyden önce dediğim gibi intizam ister. Ama insanı intizamlı da yapar!
Yinede namazlarımı düzenli kılıp, aynı zamanda daha disipline bir hayat yaşamak adına ayrıca ek bir kısım çabalar göstermek zorunda kalıyorum.
Namazlarımı düzenli kılmaya başladıktan yaklaşık iki yıl sonra idi. O sıralar İzmir’in Menderes İlçesi’nde oturuyordum. Bir Cuma Namazı’na gitmiştim. Zamanın Menderes Müftüsü (Allah kendisinden ve çevresinden razı olsun.) Latif Bey Cuma vaaz’ının sonunda:
O günün hacc başvurularının son günü olduğundan ve açık kontenjanlar bulunduğundan” bahisle; Hacca gitmek isteyenlere bir çağrı ve hatırlatmada bulundu.
O an kafamda bir şimşek çaktı: Yahu elimde yeterince para vardı. Geçim sıkıntısında değildim. Sadece ailevi sorunlarla boğuşuyordum. Hem bu hacc konusu benim de üzerime farzdı. Niçin bu farzın edasını hiç düşünmemiştim? Kararımı hemen oracıkta verdim. Gidip yazılmalıydım. Namazdan sonra hemen Menderes Müftülüğüne gidip yazıldım. Ama kimseye de bir şey söylememe gerek yoktu. Daha doğrucası tantana yapmamalıydım. Nitekim öyle de yaptım. Ama yine de yakın eş dost ve hak sahipleriyle işi şova dökmeden görüşmek duyurmak icabetti…”
Ben sadece kendimi bu yolculuğu hazırlamalıydım.
Aslında sigarayı bırakalı altı-yedi sene olmuştu. Fakat sigara bırakmanın güçlüğünü içkiden yardım alarak yenmiş, içkiyi pek sevmiyor olmama rağmen, namazlarımı düzenli kılmaya başlamış da olsam, onu kullanmayı biraz artırmıştım. Onu bırakmalıydım. Ve Allah’ın yardımıyla bıraktım. O zamandan beri içki de  kullanmam.
Lakin benim hacca gideceğimi duyanlar, her nedense bunu bana pek yakıştıramadı. Belki de ben öyle, gelenekselleşmiş bir Müslüman modeli pek çizmiyordum. Zaten Araplaşmayı asla dindarlaşma olarak bilmedim. Şekilcilikte hiç bir zaman din görmedim. Dini hep olağanda, normalde ve özde buldum. Dinsel yaşantımı her zaman gösterişten, çıkarıma alet etmekten uzak bir biçimde tanzim etmeye çabaladım. Tamamen doğal ve doğrudan doğruya Allah’a dönük olarak yaşamaya çalıştım.              
Bir de benim dünyaya bakış tarzım, naçizane kanaatime göre pek algılanamıyordu… İyiye ve erdeme dönük davranışlarımın tümü, çoğu zaman aleyhime sonuçlar veriyordu. Aslında bu noktada benim bir hatam olmalıydı. Bunu bir türlü bilemiyordum. Bu kusurumun ne olduğunu araştırıyor, ayrıca Musa Aleyhisselam’ın duası’nı ki:
Rabbim, göğsümü ferahlat, dilimi çöz, davranışlarımı ortaya doğru koymama yardımcı ol ve beni doğru biçimde anlaşılır kıl ki , beni doğru anlasınlar. Beni yanlış anlayanlar bilmeyerek değil de, kasıtla yanlışa çekiyorlarsa, bu kişilerle aramı uzaklaştır. Beni kendine yaklaştır.!” misali dualar etmekteydim.
Nitekim bir kısım zevat bana; “Orada benim ne işimin olduğunu, benim günahlarımı oranın falan  temizleyemeyeceğini” söyledi.!
Ben de onlara; “İnşallah Allah’ın kendileri gibi düşünmediğini, oraya ise; özellikle buralarda yitirdiğim Ben’i, yani kendimi aramaya gideceğimi” söyledim.
İnşallah ahlaki zaaflarım pek yoktu ama, ağır ailevi sorunlar yaşamıştım. Çevremde ve gıyabıma bu husus suiistimal ediliyor, beni kınayıp kötüleyen çok insan oluyordu. Olmadık şeyleri de aleyhime kullanıyorlardı. Aslında hatasız kul olmazdı. Erdem, hatadan dönüş ve kendini olumluya doğru taşıyıştı. Ben hep bunun mücadelesini yapmaya çalışmıştım!
Böylece ve genellikle ana çabam; başkalarını düzeltmekten ziyade kendimi düzeltmek yönünde oldu.
Eğrimle doğrumla sadece ve sadece Allah’a güvenip sığındım. Her umudu onun varlığında buldum. Her desteği ve yardımı O’ndan aldım ve O’ndan gördüm. Hayatın zorluklarına, O’ndan aldığım güçle göğüs gerdim. Yalnızlığımı gideren O’dur. “Allah var, keder yok.” denilir. Evet! Durum budur! Durum bu olunca, elbette her şeyi  keder etmemeye çalışıyoruz!  Yine de kederlenmemek pek mümkün olmuyor! Olamıyor! Bunu pek beceremiyoruz! Çünkü hepimiz, dünya gurbetindeyiz ve yalnızız! Bu noktada yine Allah’ın varlığını hatırlayıp, O’na sığınmaktan başkaca çaremiz yoktur! Burada önemli olan şey; hayat sınavının sorularına, mümkün mertebe, başarılı ve doğru cevaplar  verebilmektir.
Sınav salonu streslidir, sefası az, zahmeti çoktur. Öyle; “Zahmeti çok…!” diye sınav salonu terk edilmeye falan kalkışılamaz. Böyle bir kalkışma sabırsızlık olur. Salon Başkanı’ndan “çık.!” emri gelmeden sınav salonundan zaten çıkılamaz. Sabırsız davranır da, sınav salonunu terke kalkışılırsa; yeltenmiş olduğumuz bu eyleme, Salon Başkanı eğer sonuç bağlar ve bize “çık…!” emri verirse, büyük ihtimalle sınavı kaybetmiş olanların arasında yerimizi almış olabiliriz.
Bu yüzden hayatın her türlü acısına katlanmayı bilmek gerek!
Bu noktada, önemli ayetlerden biri olan, Bakara Suresi’nin 216. ayetini hatırlamak gerek!
Cenabı Allah orada; “…sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde,bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz…….” diyordu.
İşin bir cephesi de şudur ki: Sınav salonunun şartlarına uymak da gereklidir. Salonda fazla laubali olunmaz. Üzerine elzem olmayan işlere burun sokulmaz. Fazla yaramazlık yapılıp sınav düzeni bozulmaz. Eğer böyle davranılırsa; Salon Başkanı’ndan henüz süren dolmadığı halde, bir “çık” emri alınılabilir…! Bu emir üzerine, gelir bir kör kurşun, ya da bir trafik canavarı seni bulur. Böylelikle sınav salonundan derhal tahliye edilebilirsin.!
Sınav esnasında olumlu olumsuz her türlü kaynak kitaba bakmak serbesttir. Çünkü bu sınavda kopya çekmek olmaz. Bu sınavda tek bir kopya çekme yöntemi vardır; o da art niyet ve gösteriştir.
Bu anlamdaki kopyayı çekmek ise hiç iyi bir şey değildir. Bu türden kopyayı ve çekenleri ise, Sınav Salon Başkanı iyi bilir. Bu husus asla unutulmamalıdır.
İçtenlikle af ve özür dilemesini iyi bilmek gerekir. Bundan yani özür ve af dilemekten kaçınmak yanlıştır. Çünkü bu haslet, hem en büyük erdemlerden birisi, hem de insanın en önemli bir gereksinimdir…!
Sınav salonundan uygun bir çıkış yapabilmek için; salon kurallarına uyumlu davranıp, Salon Başkanı’ndan gelecek olan; “çık.!” emrini beklemek gerek! Sınav esnasında; gerek fiili, gerekse sözlü dua ile tövbe çok büyük önem arz eder!
Hem, sınav salonunun tüm çıkış kapıları ve tüm çıkış şekilleri bizi illa ki, Salon Başkanı’nın karşısına götürür…! Önemli olan; bu salondan Salon Başkanı’nın rızası ve gerçek bir başarıyla çıkıştır! Ne zaman ki Allah’a gerçek bir başarıyla kavuştuk: İşte o gün inşallah, Mevlana’nın da  dediği gibi: “Bizim de düğün günümüz olur!” Allah bu başarıyı hepimize nasip eder!

*  *  *  *  *  *  *  *  *  *  *  *
Elbet biraz olsun edebimiz var, ancak ben, kuldan ziyade Allah’tan utanmayı severim. O nedenle gizliden saklıdan pek hoşlanmıyorum. Durum böyle olunca da; “Hayatımı hep açık ve olduğum gibi yaşamayı sevdim. Bu yüzden de, hayatımı oldukça açık yaşadım.” diyebilirim.            
Kendi iç dünyamda özümle sözümün bir olmasına her zaman gayret ettim. İnandığım şeyleri söyledim; söylediklerime de inandım. Elimden geldiğince de inandığım şeyleri yapmaya çalıştım. Yani art niyet taşımamaya, her zaman için, içi başka, dışı başka olacak şekilde davranan, içindeki art niyeti sonradan dışa vuran bir tip olmamaya gayret ettim.
Allah kendisine nice uzun ve hayırlı ömürler versin… Eski Başbakan ve Cumhurbaşkanlarımızdan Sn. Süleyman Demirel’in, o meşhur; “Dün - dündür, bugün – bugündür..!” dediği gibi: Ben de her zaman; “Şartlar değişmekle, kararlar değişir!” diyorum..
Durum bu olunca da; şartların değişmesiyle kararların da değişebileceğine hep inandım. Ancak; “Şartlar değişmekle…” diyerek sözünü ettiğim şartlar, elbette ki insanın elinin ermediği, gücünün yetmediği şartlardır! Yoksa insan, gücü yettiğince şartları değiştirmeyi zorlamalıdır.! Bu ise konunun öbür cephesidir!
Şartlar beni aşarak değişince kararlarımı da değiştirdim. Halin icabına göre davranmaya çalıştım. Hayat yolcuğumu bu inanç çerçevesinde yürüme gayretinde olunca; ister istemez şartların değişmesi sonucu, elbet dönüşlerim oldu. Fakat benim için önemli olan şey; döndüğüm zaman dahi samimi kalmak, yani dönüşü dahi  samimiyetle yapmak olmuştur. Hem başlangıçlarımda, hem de dönüşlerimde o anki inandığımı, yani özümde olanı söyledim, özümde olanı eyleme geçirdim. Dolayısıyla hayatımdaki olumsuzlukları yapıp ederken de, hem çekingen olmadım, hem de sadece Allah’a sığındım !
Bu noktada anne taraf akrabalarımdan olan; kendisini burada saygıyla anmak istediğim, her Konya’ya gidişimde elini öpmekle şeref duyduğum, Konya İli, eski İl Milli Eğitim Müdürlerinden  Sayın Hocam: Mustafa Kemal Yılmaz’dan, Yine Sn. Süleyman Demirel’e Atfen duyduğum; “Haklı olunuz; haklı kalınız.” Sözünü buraya not düşmek isterim ki, bu sözü de hep kendime düstur edinmeye çalıştım.
Lütfen! Sakın ola ki yukarıdaki anlatımlarım nedeniyle bana: “Kendini övenin selamı var.” Falan demeyin! Bütün bunları anlatmaktaki maksadım asla ve asla kendimden bahsetmek ya da kendimi övmek değildir.:
Maksadım; belki kendi adıma bir özlemdir. Belki bir öykünmedir. Belki de daha çok, kendime dönük tavsiyedir; bir beklentidir! Ama söylediğim olumlu şeylerin yolcusu olmak isterim. Bir nebzecik yol alabilirsem de, kendimi bu dünya gurbetinde başarılı sayarım. Fazlasını ise, gani yani zengin olan Rabbimden beklerim. Yeter ki bir nebzecik yol alabilmiş olayım.
Zaman zaman değindiğim ve değineceğim üzere; ben aslında yeri geldiğinde iyi bir dönek, iyi bir kaçak, ve kaçarken de iyi bir 100 metre koşucusuyumdur.
Şartlar değiştiği anda bende ona göre vaziyet alma yolunu seçerim. Bu eğri midir doğru mudur pek bilmem ama, bu benim tercihimdir. Bu durumumdan ise, şikayetçi falan da değilimdir. Bu hususta sadece ve sadece art niyetsiz, samimi ve içten olma gayreti güderim; hepsi bu kadardır!
Özellikle benden hoşlanmayan insanlardan bende hoşlanmam! Benden hoşlanmayanlarla bela ve çirkin şeylerin yanında ve karşısında fazla eğleşmem. Tabanları yağlar ve oradan  derhal ve çabucak toz olurum…!
Bu gibi hususlarda gerçekten iyi bir dönek, iyi bir kaçak ve kaçarken de iyi bir 100 m. Koşucusuyumdur.
Hayatım boyunca inşallah hiç döneklik yapmadığım ve kaçmadığım bir tek husus olmuştur! O da; Allah’a olan inancım, güvencim ve dayancımdır…! Bitmez tükenmez umudum ve kıvancımdır..!
İşin burasında, işbu konunun bir başka cephesini oluşturması ve konularımdan birisi olan “kaderle” ilintisi nedeniyle,“dün” konusuna kısaca girmek isterim. “Dün, dünde kalmıştır.” yahut da; “Geçmiş geçmişte kalmıştır.” demek, sadece düne takılıp kalarak yarınları da kaybetmemek adına söylenen bir sözdür.
Bu yüzden ben hep; “Hiç bir şey için, hiç bir zaman geç değildir.” yada; “Her zaman  bir  fırsat vardır.” derim. Yoksa bunun dışında yukarıdaki, “dün dünde kalmıştır.” sözü boş ve anlamsızdır.
Daima söylerim;“Dün olmasaydı bugün olmazdı.” yada “Gelecek dünün üzerine binadır.” diye.! Sebep sonuç bağıntısına göre yarın düne mahkum  ve mecbur kalır. Değişim ve dönüşüm, illa ve yine, dünün üzerine binadır.
Sonra, dediğim gibi; bu güne illa ki dünden gelinmiştir. Bu gerçek değişemez. Sadece dünden ders alınır. Dünün üzerinde başkaca şekilde  durulmaz!Bir de; hesap, kitap, ahir, ahret,  son, sonuç dünden dolayı elde edilir. O yüzden içinde bulunulan an çok önemlidir. Bu konular ilerideki kitaplarımda daha detaylı açıklanacaktır amma; şimdi aklıma gelmişken:
Ödemiş, Bıçakçı Köyü halkından olup; Hakkın rahmetine kavuşan, Tabak Osman Emmi’mi anmak isterim: İnşallah, Allah hepimizi, ayrıca onunla ikimizi, cennetinde de dost etsin! Aynı köyde öğretmenlik yaptığım yıllarda, kendisiyle komşu ve dost idik. O hep: “Dün, geçmiştir; yarına da el ermez…! Vakit bu vakit; saat  bu saattir…!” derdi.  Evet...! Öyledir Osman Emmim; öyledir… Rabbim taksiratını affetsin…!

*  *  *  *  *  *  *  *  *  *  *
Hala bizim dolandırıcılar konusu çözümlenememişti. Medine’ye varıp biraz istirahat ettikten sonra, bu kez dolandırıcıların peşine, sevgili kardeşim Ercan’ı yanıma almadan gittim. Çünkü o, nedense pek gelmek istememişti. Ben kendim doğruca Diyanet İşleri Başkanlığımızın Baş Yardımcılarından biri mertebesindeki, o Hacc sezonunun Medine Sorumlusu olan kişinin odasında aldım soluğu.!?
Karşı masanın arkasındaki koltukta, irice, biraz da kilolu, esmer - kara yüzlü bir adam oturuyordu.
Adam benim doğrudan doğruya, habersiz, randevusuz, kapı çalıp girmeme biraz bozulmuş gibiydi…! Kim bilir, belki de benim yaptığım türden davranışlara pek alışık değildi.(?) Belki O hep, karşısında el pençe divan duran memurlara yıllar yılı alışagelmişti. Bilemem…!
Bu tavrım benim başıma çoğu zaman iş açıyordu. Nedense bir türlü bundan vazgeçemedim. Belki de vazgeçmek istemedim?

*  *  *  *  *  *  *  *  *  *  *  *
Yine böyle; İzmir İl merkezinde hem öğretmenlik hem de avukatlığı birlikte yürüttüğüm zamanlardan biriydi. O yıl sınıf öğretmenliği yapıyordum. Durum bu olunca iki  işi bir arada yürütebilmek bir hayli zorlaşıyordu. O yılı, yıl  ortasına altı aylık bir ücretsiz izin patlatarak geçirdik…! Bu izin öncesinde zamanın İzmir İl Milli Eğitim Müdürü: Turgut AKAN Bey’in yanına gitmiştim.
Sağ olsun; Kendisi beni severdi. Sanırım beni biraz “delikanlı” bulurdu. Ben de kendisini kişisel olarak, hem sever, hem sayarım. Ayrıca zekasına da hayranımdır. Hayatımda gördüğüm en zeki insanlardan birisi de O’dur.
Eğitim camiası bilir: Zamanın Milli Eğitim Bakanı, kendisini İzmir’den alarak; apar topar, Milli Eğitim Bakanlığı Personel Genel Müdürlüğüne atadı. Vardığım günün sabahı Ankara’nın yolunu tuttu. Uzun süre kendileriyle telefonda temas ettik…! Benim kabuğuma çekildiğim yıllarda temasımız kesildi. Şimdilerde kendisinin memuriyetten emekli olduğunu, İzmir’de bir özel okulda Genel Müdürlük yaptığını duyuyorum. Fırsatını bulduğum en kısa zamanda ellerinden öpmek saygılarımı sunmak arzusundayım. İnşallah olur.
Her neyse; Ben O’nun yanına kendisi Ankara’ya gitmezden bir önceki gün gitmişim meğer. Aslında gideceğini o da bilmiyormuş. Telefon emriyle gitmiş.  O varışımda Kendisine:
 Hocam; ben bu iki mesleği bu şekil üzere bir arada götüremeyeceğim. Emekli olmama da bir yıldan az kaldı. Benim Falanca Okula atamamı yaptırsanız da, orada ikindiden sonra kütüphane  ve etüt öğretmenliği yapsam sizce uygun olmaz mı?” dedim.
O da bana: “Sen orada geçinemeyebilirsin..! Ben seni geçici görevle gönderteyim, durumu bir dene. Anlaşabilirsen o zaman kadrolu git.” dedi. Yukarı ilgili müdür muavinine telefon açtı. Gerekli emri verdi. Ben de kendisine teşekkür edip çıktım. İşlemler bir an önce tamamlandı; vardık okula:
Bana umduğum görevi verdiler. Okulda ilk dikkatimi çeken şey, okul müdürü herkesi adeta  mum  etmişti. Bu durum net olarak görülüyordu. Zaten kendisi de bir hayli otoriterdi…
Biz normal çalışıyoruz. Ben gayet doğal davranıyorum. Tepkilerim kendi olağan tepkilerim…?Etrafımı bir gözlemledim; çevremde bir kısım öğretmen arkadaş kümelenmeye başlamış. Bu durumu pek sevmedim. Benim çıban başı olduğumu hep söyleye gelseler de değilimdir. Çıban başı olmayı sevmem, kaçarım. Zaten hep andığım gibi “100 metre koşumun” gücü bu tür kaçışlarımdan gelir. Sonra ben eskiden beri illegal örgütçülük pek yapamam. Bunu biliyorum.
Kendimi, etrafımda oluşan bu  kümeleşmeden korumaya çalıştım. Çünkü ortamın çelişkilerine bulaşmak istemiyordum. Sadece işimi yapıp, kalan günlerimi tamamlamak gayretindeydim…
Bunu da becerememiş olmalıyım ki: Müdür Bey, o günlerin birisinde beni odasına çağırtmış, gittim. Bana; “Arkadaş, sen benim okulumdan git !” dedi. (Sanki okul babasının çiftliğiydi.)
Devamla: “Sen, benim bu okuldaki otoritemi sarsıyorsun..! Gitmezsen; falan, falan, falan…” dedi.
Ben de kendisine:  Filan, filan, filan…” dediysem de; baktım iş çığırından çıkıyor, iş olucu değil. Pılımı pırtımı toplayıp, (zaten pılım pırtım da yoktu) doğruca İl Milli Eğitim Müdürlüğü atama müdür muavininin yanına gittim. Durumu anlattım. Derhal eski okuluma döndürülmemi arz ettim. Sağ olsun beni kırmadı; eski okuluma geri döndüm.
Sayın Turgut Akan Hoca’mın yaptığı iyiliği hemen bilmiştim. Bu nokta da hem kendisine, hem de zamanın İzmir İl Milli Eğitim Müdürlüğü İlköğretim Atama Şube Müdürü’ne teşekkür ve saygılarımı sunuyorum.

*  *  *  *  *  *  *  *  *  *  *  *
Demem o ki: Ben aslında böylesi tavırları çok sergilemiş, böylesi davranışları da çok görmüştüm:
Her neyse: iri - yarı, şişman, esmer karası Diyanet İşleri Başkanlığı Başkan yardımcılarından birisi olan ve Diyanetin o yıl ki hacc organizasyonundaki, Medine sorumlusu mertebesindeki adam, benden hoşlansa da hoşlanmasa da bir kez girmiştim odasına…. Çıkıp gidecek değildim ya…!
100 metre koşusuna hemen başlamak da zaten olmazdı.!Konuya girdim: Ama adam, derhal konuyu anladı. Hemen bilmişti.
Tamamdı. Beklediği adam bendim. Daha doğrusu durumdan haberdardı ve beni bekliyordu. Hah..! O beklenen adam işte gelmişti.!
Adam yerinden doğruldu. Tam bir kabadayı edasıyla ve suratını daha da karartarak bana; “Sen buraya hacı olmaya değil, Diyanet’in kıçını açmaya gelmişsin.! Senin okuduğun okumanın da, seni okutan hocalarının da anasını avradını sinkaf edeyim…(!?)” “Yıkıl ulan karşımdan…(?)” demez mi…!?
Her şeye rağmen bunu beklemiyordum. Şaşırdım…! Ama kendimi çabuk toparladım. Ve ben de kendisine; “Yazıklar olsun senin işgal ettiğin koltuğa.! Esas ben senin okuduğun okumaya” demeye kalmadan yan odalardan memurlar hızla çıkıştılar.! Baktım; pabuç pahalı.! Beni hep bir olup dövecek gibiydiler. Belki de başka bir şey!
Yahu, hem zaten burası, bu şehir, bu Medine cennet misali bir yer değil miydi? Peygamber Efendimiz öyle söylememiş miydi…? “Benim Ravza’m. (evim, hanem, şehrim) benim için cennet bahçelerinden bir bahçedir.” Dememiş miydi…!  
Hem ben bu şehre geldiğim gibi bu duyguyu hissetmemiş miydim? Ben yanlış bir yerde miydim…? Yoksa burayı cehennem melekleri mi sarmıştı ne…!?
Neyse bu soruların cevaplarını sizler daha iyi bilirsiniz elbet. Fazla kurcalamaya zamanım olmadı. Dedim ya; “Pabuç pahalıydı..!” Bu aşamada “erkekliğin onda dokuzunu” çalıştırmalıydım. Ve tabanları yağladığım gibi, kaçtım hemen oradan.! Kaçabildim. Çünkü; İvriz İlköğretmen Okulu son sınıftayken ki arkadaşlarımızdan olup, o zamanlar bir kavgadan kaçma gerekçesi olan ve ona ait bulunan:
 Zaten benim 100 metre koşum kuvvetlidir” söz ve davranışını beğenmeyerek karikatürize ettiğim Şükrü’nün yüz metre koşusu kuvvetli olsa da, okul arkadaşlarım bilirler; evvel Allah; “100 metre koşum” benim de kuvvetlidir. Şükrü tabanları yağlar kaçar da ben kaçamaz mıydım (?) Üstelik burada pabuç daha da pahalıydı…! Pabucum da tek idi zaten! Ve kaçtım.! Kaça kaça kaldığımız oteldeki odamıza geldim. Durumu Ercan’a anlattım. Bir durum değerlendirmesi yaptık. Uslu uslu oradaki görevlerimizi yapmaya, yaptığımız şeylerden lezzet alma yoluna gitmeye ama işin peşini bırakmayarak, takibini Türkiye’de yapma kararı aldık.
Ve de uslu uslu durduk. Orada elimizden geldiğince yapmamız gereken işleri yapmaya çabaladık.
Anlata geldiğim davranışlarımın nedeni, haksızlığa razı olamayarak adalet duygumun rencide olması mı…? Bu rencide oluş nedeniyle gösterdiğim bir direniş, yani bir sabır mı?  Yoksa bir tahammül veya gereksiz bir kıllık mı …? Bunların takdirini sizlere bırakıyorum. Ama şunu da söylemeden geçemiyorum: “Tahammül etmeyi, sabretmek sanırsanız işin olacağı budur!” diyorum!
Yukarıdan beri anlata geldiğim üzere kendime konu edindiğim bu, “sabır-tahammül!” bağlamında sabra, doğru anlamı vermek ya da vermemek, kutsal kitabımız Kuran’ı Kerim’in temel öğretilerinden biri olan;
“İyiliği emretmek yani tavsiye etmek - kötülüğü nehyetmek, engellemek yani mani olmak” ilkesiyle de yakından alakalıdır.
Sabra, tahammül anlamı yüklemeye kalkışmak; Kuran’ı Kerim’in işbu temel ilkesiyle açıktan açığa çatışmak anlamına da gelir ki, bu durum, bizzat Kuran’ın ağır eleştirisine uğrayan tevil yani çarpıtma niteliğindedir.
Kutsal kitabımızın bize zulme katlanmak gibi bir tavsiye ve telkini yoktur. Tam tersine; “zulme, karşı durmak” gibi bir ve birçok emri vardır. Bu emir, bizzat Allah tarafından konulan tabiat yasalarıyla uyumludur, evrenseldir. Dikkat buyurun; “bir devletin değil,” devletin ana varlık nedeni olan bir toplumun ayakta kalabilmesinin yegane şartı; işbu emrin gereğini yerine getirmesine bağlıdır. Aksi halde o toplum yıkılıp yok olmaya mahkumdur.  Bizzat Allah’ın koyduğu ve tabiat yasaları dediğimiz yazılım silsilelerinin gereği budur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder