SABIR-TAHAMMÜL KARMAŞASI VE DİYANET’İN BAŞARISI…(!)
Bu kitabın kendisine konu edindiği, toplumsal çürümeye örtü teşkil eden kelime ve kavramların bir örneği konumundaki “sabır” öğretimizi buyurun birlikte ele alalım:
İşte bu kelime ya da kavramının anlamını doğruca ortaya koyması gereken ilgili çevreler, sabrı tahammülmüş gibi tanımlamaktan veya “sabrı”, “tahammül etmekmiş gibi göstermekten geri durmamakta, hatta vazgeçmeme eğilimindedirler.” Halbuki “sabır” ile “tahammül” birbiriyle taban tabana zıttır. “Sabır” kavramı içeriğine “tahammül” anlamı asla zerre kadar bulaştırılmamalıdır. Çünkü bu bulaştırmanın sonuçları masum olmayıp, çok vahimdir. Tahmin edeceğimizden de vahimdir.!
Sözün burasında “sabır - tahammül” bağlamındaki yakınmalarımın açıklığa kavuşması bakımından, Hacc’da yaşadığım bir kısım olaylar zincirini anlatmaya çalışacağım: Hacc görevini ifa etmek üzere kutsal topraklara gidenler; doğal olarak oralarda öncelikle art niyeti bir kenara bırakıp, mümkün mertebe ihlaslı yani içten, samimi, dürüst olmaya, öyle davranmaya çabalıyor. Temiz, yani safiyane bir ruh haline bürünüyorlar.
Ama hacc adaylarının yani hacc görevini yerine getirmek için oralarda bulunan insanımızın bu halinden yararlanmak isteyen art niyetli insanların oralarda da bulunabileceğini, daha doğrusu yoğun olarak bulunabileceğini hatta bulunduğunu unutmamak gerektir.
Hacc görevini yerine getirmeye giden yurttaşlarımızın, hac konusunu ve bu konudaki tüm ihtiyaçlarını bilindiği gibi Diyanet İşleri Teşkilatımız organize etmektedir. Fakat bu organizasyonu maalesef mükemmel değildir. Gerçi kimseden mükemmel bir organizasyon beklemek yersizdir. Yani yapılan organizasyonun mükemmel olamayışı doğaldır. Lakin basitçe çözülebilecek, üstelik de bahsini edeceğim önemdeki sorunlar hemen çözülebilmelidir. Bence çözüme de kitabımın konularından birisi edindiğim sabrın içine tahammül anlamı yüklenmesi konusu ortadan kaldırılarak başlanılmalıdır. Belki buradan başlamak daha zordur ama çözümün köklü olanı budur.
Bu açıdan oluşturulacak toplumsal bilinç, anlatacağım bu örnekteki vb. olayların tekrar tekrar meydana gelişini engelleyecektir. Ayrıca ülkemiz insanının erdem anlamındaki değerlerini daha olumlu bir mana ile anlama, algılamaya taşıyacaktır. Yaşamın erdeme dönük alanında ciddi dönüşüm ve gelişimlere neden olacaktır.
Üzerinde hemen hemen hiç durulmayan ve basitmiş gibi görülen bu türden konu ve olaylar hemen çözülebilmelidir derdik ama biz bu konu ve anlatacağımız olaylar hakkında Diyanet’çe çözüm üretilmediği gibi, bazı diyanet görevlilerinde çözüme köstek olma tavrı gözlemledik!
Bahsini edeceğimiz sorunlardan birisi de hacc için kutsal topraklara giden insanların memleketlerine, özellikle; hurma, zemzem türünden hediyeler getirme veya gönderme konusundaki lakaytlıktan kaynaklanan sorunudur. Çünkü gidilip gelinen uçakların yük taşıma kapasiteleri sınırlıdır. Özellikle dönüşte ihtiyaca cevap verememektedir.
Bu ihtiyaç, Diyanet organizasyonunca nazara alınamamıştır. Belki de bu nazara almayış, yürüttükleri politika gereğidir..! Onu bilmiyorum. Doğrusu haklarına gitmek istemem. Belki de özellikle nazara almamaktadırlar. Kim bilir? Belki de vatandaşlarımızın ıvır zıvır şeylere para vermelerini istemiyorlardır.!? Gerçi bizim vatandaşlarımız işbu, ıvır zıvır şeylere para verme işini adeta, “kıtlıktan çıkmışçasına” yapıyorlar. Durum böyle olsa da, hacc konusunun organizasyonu anlamında yine de bu alanda bir boşluk vardır. Dolayısıyla da böyle bir organizasyon eksikliği söz konusudur.!
Bu noktada, Diyanet İşleri Teşkilatımızın dini bir görevden ziyade; Devlet erki yani gücü ve yetkisi kullanıyor olduğunu hatırdan çıkarmamalıyız. Durum bu olunca; yani andığım ihtiyaç ile boşluk noktasında, art niyetli bir kısım insan (Arap,Türk, vs. milletten), durumu suiistimal etmek üzere, Mekke ve Medine’de örgütlenmiş durumdadırlar. Bu örgütler, Hacc etmek üzere Ora’lara giden hemen hemen her vatandaşımızı senelerdir, tabir caizse açıktan açığa soymaktadırlar.
Bu durumu ise, büyük bir çoğunluğu ömründe bir kez hacc’a giden kişiler elbette ya tespit edememekte ya da tespit etse bile üzerinde durmamakta, duramamakta ya da durdurulmamaktadır. Hem bu işin her yıl tekrarlanmakta olduğunu çoğu kişi teşhis edememektedir. Etse bile bir defalık başına gelmiş olup, bir dahaki sefere daha dikkatli olur ve iş olur biterdi.
O meşhur: “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” sözü ve meşhur nemelazımcılığımız, vurdumduymazlığımız çalışıyor..! Çalışıyor da; niye çalışıyor.? Ah şu kavram karmaşalarımızla yarattığımız ve üzerimize örttüğümüz örtü yok mu? Bu örtünün altında nice yaralarımız oluşuyor nice…!
Ama bu olayları, işbu organizasyonu sürekli düzenleyen Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilatımız bilmeliydi. Nitekim dipten tepeye gayet iyi biliyorlardı. Ancak vurdumduymazlıktan öte, adeta olayın kalkanı kesilmişlerdi. Durumun bu olduğunu konuyla daha yakından ilgilenince fark ettik.
Kendisiyle orada çokça arkadaşlık ettiğimiz, Ercan kardeşimle, henüz Mekke’deyken bu durumun farkına vardığımızda, hacc’da yapılması lazım gelen temel görevlerimizi tamamlamış durumdaydık.
Bu dolandırma işi bizi, özellikle de beni rencide etmişti. Diyanetin organize ederek, Ora’ya her yıl getirip yıktığı yüz binlerce insan tabir caizse orada göz göre göre yine her yıl soyuluyordu. Durum apaçık ortaydı. Resmen ve açıkça dolandırılıyorlardı. Diyanet bu durumu iyi biliyor fakat görmezlikten geliyordu. Bu durumdan hiç mi hiç, rencide olmuyordu. Üstelik tüm tutum ve davranışlarıyla dolandırıcılara adeta çanaklık ediyor, kalkan olmak görevine soyunuyorlardı.
Bu ise: Konunun en acı ve en vahim tarafıydı...! Biz işin başında, durumun bu derece vahim olduğunu bilmiyorduk. Önceleri bu durumu basit olaylardan biri sandık. Ve basitçe çözeceğimizi düşündük. Burnumuzu işe bulaştırdık. Gerçi nereye kadar giderse, oraya kadar gitmek karalılığındaydık. Her türlü sonucu göze almıştık. Fakat bizi şaşırtan diyanetin tavrıydı…!
Biz konunun çözümü için öncelikle diyanetin ön yardım bürolarına gittik. Fakat gördük ki onlar konunun çözümüne katkı anlamında oldukça yetersizdiler…! Tabir caiz ise; bizi S. Arabistan Devleti’nin trafik polislerine yönelttiler. Sanki bu iş, bu konu trafik polislerinin göreviydi? Onların görevi olsa bile sanki bizler mükemmel Arapça bilenlerdendi..?
Bu ne lakaytlıktı..? Ne vurdumduymazlıktı? Bir de üstelik arkamızdan ağız burun kıvırmalar, kıs kıs gülüşmeler! Bu durum, ileride de değineceğimiz üzere toplumsal kalbi ve ahlaki hastalıklarımızın tezahüründen başka bir şey değildi! Yani: “Bir şekilde üste çıkmak ve baştan savmak” hastalığımızın tezahürü.. Bunun üzerine bize yardımcı olabileceğini düşündüğümüz Arapça’sı mükemmel olan gurup başkanımız konumundaki zata taşıdık konuyu… O da bize adeta gülüverdi. Hatta “alaya aldı.” demem bile mümkündür!
Başladığım işi yarım bırakmayı asla sevmem. Gücümün yettiği en son noktaya kadar yürümeliydim. Artık garibim, güzel genç arkadaşım, dost arkadaşım, kardeşim Ercan’ı da yanımda sürüklemeye başlamıştım.
Ercan’da yanımda olmak üzere; doğruca kafilelerle kafile gurup sorumlularının yani başkanlarının kalmış olduğu odaya daldık. Bir solukta ben sorunu, özellikle kendi kafilemizin başkanı olan zatın şahsında ama, tüm odada bulunanların dikkatine olacak tarzda anlattım. İki farklı tepki oluştu:
1-Odada bulunan, fakat bizim kafilemizden olmayan gurup başkanlarından bir kısmı ve özellikle birisi bize:
“Buranın hacc yeri, kutsal topraklar olduğunu, böyle şeylerin buralarda dillendirilmesinin yakışıksız bulunduğunu, tahmin ettiğine göre bizlerin üç kuruş paramızın gittiğini, böyle olmasaydı işin peşine düşmeyecek olduğumuzu, bizim davranışımızın başkasının hakkına gitmek olup sabırsızlık ettiğimizi, bununsa özellikle burada daha da günah olduğunu, buradaki hacc görevinin, haccın yani hacc ibatenin özüyle bağdaşmadığını, buradaki günah ve sevapların normal durumdan daha ağır olduğunu, çıkarcı davrandığımızı ve kendilerini gereksiz yere meşgul ettiğimizi, bu şekilde hacı olamayacağımızı” (İleride değineceğim üzere hacı olmak ne demekse..?) bu ve bunlara benzer anlamlara gelecek mahiyette ve oldukça sert olarak nitelendirilebilecek şekilde bir tavır sergiledi.
Eh..! Ben de nihayet bir insanım…! Kendisine cevaben:
“Asıl önyargılı olanın kendisi olup, zaten konunun mahiyet ve vahametini de anlayamadığını, Ayrıca burada amiri dururken bu çıkışın kendine düşmeyeceğini” söyleyerek, oldukça sert bir üslupla kendisini susturdum.
2-Durumu gören kafile başkanımız konumundaki: İzmir İl Müftü Yardımcılığı Mevkiindeki zat da o konuşan gurup başkanı konumundaki kişiyi azarladı:“Bizim haklı olduğumuzu” beyan etti.
Beyan etti etmesine ama, O’nun da yaklaşımı da bir garipti. Halbuki ben kendisini daha önceki ön gözlemlerimle, konusuna hakim, uzman iyi bir din / bilim adamı olarak nitelemiştim. Bana aynen;
“Hocam, falanca kafilenin falanca gurubunda falanca kişi var; oraya o da para kaptırmış. Fakat bana, benim onların içinde tanığım var; ben onunla görüştüm, paramı onun vesilesiyle Türkiye’ye dönünce alacağım, dedi. Gel, ben seni onunla tanıştırayım. Sizlerin parasını da alıversin.” demez mi? İşte o an hem çok şaşırdım, hem de bende yeni bir şafak daha attı! Demek ki konuyu O da biliyordu. Hem yıllardır kafile başkanı olarak hacca gelip gidiyor, bunları görüyor, biliyor, tanık oluyor ama yıllardır O’nun da kılı kıpırdamamış olduğu anlaşılıyordu.
Üstelik daha sonraki eriştiğimiz kanaat, bu durumu tüm ilgililerin bildiğini gösteriyordu. Her çuvalın içinde çürük bir kısım cevizlerin çıkabileceği gerçeği bir yana bırakılırsa, bu konuda her bilgi sahibinin elbette onlarla işbirliği içinde olduğunu söylemek imkansızdır. Ancak bilenlerin durumu kanıksadıkları da ortadaydı. Bu duruma bir çözüm üretmek yerine, kayıtsız kalıyorlar, görmezden geliyorlardı. Eh, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın.!” kültürü ve mantığı…!
Somut olayı ve kişileri, görevli olarak gelip gidenlerin ve üst yönetimdekilerin aşağı yukarı hepsi biliyordu. Bu çok manidar bir durumdu. Çözüm bulmayı ve çözmeyi, hatta bırakın somut kişiler hakkında vatandaşlarımıza somut bilgiler vermeyi; hiç olmazsa bunu yapan kişilerin bulunduğu hakkında, soyut da olsa, bari uyarsaydılar ya…!? Hayır; onlar bunu da yapmıyorlardı. Durumu kanıksamışlar bu hususta bile lâkayt ve umursamaz davranıyorlardı. Hatta işin daha kötüsü, adeta olaya çanaklık ediyorlardı.
Yine de hocam, kafile başkanım iyi niyetli bir kişiydi. Bunu biliyordum.
Kendisine; “Durumun şahsi bir konu olmadığını, buraya hacc için gelen vatandaşlarımızın iyi niyetleri suiistimal edilerek yıllardır göz göre göre dolandırılmalarına katlanamadığımızı, bunun yıllardır biliniyor olmasına karşın hiçbir tedbir alınmıyor ve fiziki değil ama gerçek anlamıyla kör ve sağırlık rolü oynandığının ortada olduğunu, bunun acı verici bir durum olduğunu, bu durumun şahsımızı rencide ettiğini, mutlaka çözüm aramak ihtiyaç ve kararlığında olduğumuzu” izaha çalıştım.Sayın hocam düşüncemize hak verdi. Fakat bu hususta O’da pek yol yordam bilmiyordu.
Bu arada aklıma gelmişken şunu da belirtmeliyim k; bir yerlerden kulağıma gittiğine ya da hatırımda kaldığına göre, konu ettiğim dolandırıcılığı yapan güya kargo firmasının Suudi Arabistan Devleti askerlerinden de bir ortağı vardı. Bu durumda hocam bizi, bulunduğumuz bölgeden sorumlu olan Suud Karakolu’na yönlendirdi. “Dil bilmediğimizi” dile getirdiğimizde ise, yanımıza kendi gurubumuzun başkanı konumundaki hoca için:
“O’nun çok mükemmel Arapça’sı bir olduğundan” bahisle O’nu bize yardım ile görevlendirdi. Gurup başkanımız olan Hocamız durumdan aslında pek hoşnut olmadı. Fakat çaresizdi. Emiri almıştı. Emir de demiri keserdi!
“Yahu..! Buna ne gerek vardı” gibilerinden söylenerek, ofurdana, pofurdana üçümüz birlikte yola çıktık çıkmasına…
Aslında ben, O’nu da seviyordum. İyi niyetli, kültürlü bir insandı. Türkiye’de Kuran Kursu hocalığı yapıyordu. O’nu konusuna hakim görüyor, fırsat buldukça oteldeki odamıza davet ediyor, kendisiyle arkadaşlaşmak, boş zamanlarımızda sohbet etmek arzu ediyordum. Bu nedenle de zaman zaman odamıza çağıyor, özellikle münazara konuları açıyordum. O ise bundan kaçınıyordu. Derken beni art niyetli, hatta tabir caizse; kendisini “tongaya” bastırmaya çalışan bir kişi olarak algılamaya başladı. Bunun böyle olmadığını, içten olduğumu algılatmaya çalıştıysam da sanırım pek başarılı olamadım ki artık bizim oda civarlarına pek uğramaz olmuştu. Ben de bu çabamdan vazgeçmiştim.
Bu aşamada kendisini saygıyla anıyor, hayatının hayırlara vesile olmasını, nihai ve gerçek kurtuluşu yakalamasını C. Allah’tan diliyorum. Her şeye rağmen, onun iyi bir insan olduğunu biliyorum.
Her neyse üçümüz birlikte konu karakola doğru çıktık yola…. Sora sora sanırım askeri olan karakolu bulduk. Gayet iyi hatırlıyorum; günlerden Cuma idi. Tercüman yani rehber hocamız durumu onlara anlattı. Ne dediklerini anlamasak da konuyla ilgilenmeyi reddettikleri açıktı. O günün “tatil” olduğunu falan söylüyorlarmış…(!)
“Yahu adamlar milleti açıktan açığa dolandırdı ve kaçıyorlar! Yakalayın!” diyoruz ama olmuyordu. Adamlar illa da “La..!” diyorlar, başka bir şey demiyorlardı! Hocam, “Olmuyor.” diye bir an önce dönecek. Lakin biz, farklı bir kısım gerekçelerle yükleniyoruz. Hocama anlattırıyoruz… Hocam çaresiz anlatıyor ama yok, olmuyor. Her bir üst kademeye gidişimizde şiddetli bir “la..!” tavrıyla karşılaşıyoruz ve çaresiz dönüyoruz..!
Ben zaten evvelden beri biraz safımdır. Geri dönerken düşündüm ki:
Benim ne işim vardı Suudi Arabistan karakolunda..? Kafile başkanımızın aklına uyup oraya gitmiştim bir de…! Benim devletim ve onun yetkilileri yok muydu...(?) Elbette vardı…! Dönüşte gurup başkanımız olan ve iyi Arapça bilen hocamızı kendi görevinin başına bıraktık.
Sanırım o vakit iyi bir “oh…!” çekmiştir.
Biz doğruca Diyanet İşleri Başkanlığımızın Mekke Temsilciliğinin yolunu tuttuk. Ercan kardeşimle birlikte girdik kapıdan içeriye.! Bizi önce ön görevliler karşıladı.? Durumumuzun kendi algılamalarına göre biraz ciddi olduğunu fark ettiler ki bizi yan odaya aldılar.
Ben aslında onların konuyu kavrayacak ve çözecek güçte olmadıklarını biliyordum. Lakin onları aşmamız gerekiyordu. Bu yüzden de onlarla konuşmalıydım. Kısaca anlattım..!? Onlarsa hemen başladılar, malum vaaza:
Ve bir şekilde üste çıkıp, baştan savmacılığa ….:
“Bu gibi konularının burada gündeme getirilmesi günah olur, Burası sabredilme yeridir. (Alın size: Sabra yüklenen tahammül anlamının müthiş bir uygulaması daha…?!) Her yerde olduğu gibi burada da insanın sabrı denenmektedir. Hem burada işlenen günahlar daha ağırdır. Özellikle kul hakkına gidilmemelidir. Söylediğiniz şeyler asılsız çıkarsa bunun vebalinden kurtulamazsınız.! Hem buraya hacc için gelmiş bulunuyoruz. Böyle şeylerle uğraşmak haccın ruhuna aykırıdır. Gidip güzel güzel tavaflarınızı yapın; namazlarınızı kılın; sair ibadetlerinizi (ibadetin asıl anlamının ne olduğu ileride konuya dair bahsimizde daha detaylı olarak ele alınacaktır.) yaparak buradan bol kazançlarla yani sevaplar edinerek dönün vs. vs...”
Bu arada ben; “Konunun kendilerinin boyutunu aştığını, beni yetkili amirleriyle görüştürmesi gerektiğini” söylemeye çalıştıysam da; “Buradaki amirlerimizin işleri boylarından aşkındır. Bu tür yanlış ve gereksiz şeylerle (!?) Onları işgal edip, zamanlarını çalmayın. Bu da çok günah bir şeydir. vs.” gibi şeyler söylediler.?
(Gerçi biz ileride günahın ne olup olmadığını, Haram ve haramlaştırma bağlamında izah edileceğiz. Şimdilik bu konunun sadece, C.Allah’ın tekelinde bir konu olduğunu ve hiç bir kulun haramlaştırma yapamayacağını belirterek bu konuyu kapatalım.)
Ön görevliler, kendi doğrularını bize dikte etmeye çalışıyorlardı. Ama benim kişiliğim, ahlaki telakkilerimle, kültür düzeyim bunu yiyecek durumda değildi. Onlara gayet sert kararlı bir ifadeyle:
“Bana vaaz vermekten vazgeçmelerini, neyin ne olduğunu gayet iyi bildiğimi, sabretmenin; şu an benim gösterdiğim davranış biçimi olduğunu, kendi anlatımlarının ise sabır olmayıp; katlanmak, göz yummak ve taviz vermek demek olduğunu, esas yasak olan şeyin kendi tutumları olduğunu, ortada yıllardır hacc etmek üzere diyanet kanalıyla getirilen milyonlarca vatandaşımızın buralarda; saf dini duyguları ile iyi niyetlerinin suiistimal edilmek suretiyle herkesçe kimliği malum olan bir çete tarafından yıllardır dolandırıla geldiğini, bu dolandırıcılığı yapan çetenin halihazırda Medine’de faaliyet yürüttüğünü, işlerini bitirerek kaçmak üzere olduklarını, bu işin boyutunun, kendilerini çok çok aştığını, anlamadıkları bir konu karşısında bana engel çıkmamaları gerektiğini, buranın bir bedevi çadırı olmadığını, burada da bir devlet (Suudi Arabistan) bulunduğunu,
İşin asıl önemlisi, benim yani bizlerin bir devleti olduğunu, nihayet kendilerinin din adamı olmaktan ziyade bu devletin memuru sıfatıyla burada bulunuyor olduklarını, asıl olarak; devlet erki yani gücü ve yetkisi kullanıyor olduklarını, bunca hacıyı buraya kendilerinin getirdiğini, bunu da devletten almış oldukları yetki ve güç ile yaptıklarını, bunun bir gereği ve sorumluluğu olması gerektiğini, bu sorumluğun gereğinin ise suçluların değil, vatandaşlarımızın korunması olduğunu, dolayısıyla bu yetkiyi ve erki suçluları korumak yönünde kullanmamaları gerektiğini, ayrıca din adına gerçekleri çarpıtmanın, zulme destek vermek anlamına geleceğini, zulme destek vermenin ise dinsel olarak ne kadar ağır bir vebal olabileceğini de” belirttim.
“Beni ve durumu derhal amirlerine iletmek zorunda olduklarını, aksi halde kendimizin Hacc’a dair tüm rükünleri yerine getirmiş yani tamamlamış olduğumuzu, bu işin peşini asla bırakmayacağımızı, dediklerimi yapmazlarsa hemen Cidde’ye gideceğimi, orada konsolosluğumuzun bulunduğunu tahmin ettiğimi, elbet bizimle birlikte bu işin takipçilerinin bulunacağını, burada çare bulamazsam, Türkiye’ye varınca konunun takipçisi olacağımı,
Amirlerinin asıl görevlerinin; bu soyguna karşı yıllardır sessiz kalmak yerine, bu soygunu durdurmak olduğunu ve vs. şeyler” söyledim. Ve beni derhal konuya el atabilecek konumdaki amirlerinden birine götürmelerini istedim. Sanırım bizim ve işin ciddiyetini anlamışlardı. Odadaki ön “vaazcılardan” birisi, ötekini uyardı. Bana dönerek: “Abi, biraz bekle.! Durumu amirlerimize iletelim” dedi.
Odadan çıktılar. Biz bekledik. Biraz sonra birisi döndü. “Bizi Diyanet İşleri Başkanlığı Mekke Sorumlusunun yardımcısı konumundaki amirlerinin beklediğini” söyledi. Kalktık. O memur önümüze düştü. Doğruca gittik, Sn. Sorumlunun masasının önüne. Sn. Sorumlu gerçekten de çok meşguldü. Bu işe ayıracak vakti pek yoktu. Bu durum, Amir’in her halinden gayet net olarak görülüyordu. Geldiğimizi gördü. Durumu zaten memurlarının anlatmasıyla bilmişti..(?)
Bize “oturun” diye yer gösterme gereği bile duymadı. Çünkü zaten yüksek mertebeliydi. Sanırım o mertebeleri işgal ederken insanlara nasıl davranılmasını gerektiğini bir güzel öğrenmişti…(!) Üstelik biz onu şunca işinin arasında gereksiz, hatta yapılması uygun olmayan şeylerle meşgul ediyorduk.! Çevresine emir buyurdu: “Şunlara bir kağıt verin!”
Sağ olsun; bari kağıdı verdirtiyordu…! Öyle ya, bize: “Gidin kağıt bulup gelin.” demesi de elbette mümkündü(!) Bize de dönerek; ”Derdiniz neyse yazın ve masama bırakın; ben gerekeni yaparım.” (!) dedi!
**********************
Bu arada hemen belirteyim ki; bu anlamdaki çabalarımı yürütürken bir husus sürekli dikkatime gelmekteydi.!? O da; sanki bizler kaptırmış olduğumuz üç kuruş paranın peşindeymişiz gibi görülüyor oluşumuzdu. Halbuki durum bizim açımızdan böyle değildi. Ama insanlar bir türlü bizim davranışımızdaki samimiyeti anlamak istemiyorlardı. Böyle bir çabanın içine girebilecek insanların olabileceğini tahayyül ettikleri falan da yoktu. Onlar varsa da, yoksa da; “bizim üç kuruş paranın peşinde çabaladığımızı, böyle olmasa bunu yapmayacak olduğumuzu, madem dayanamayacaktık, öyleyse vaktinde uyanık olmamız gerektiğini” falan söylenip duruyorlardı.
Eh ne diyelim.!?: “Kişi kendinden bilir işi..!”
***********************
Ben O’nun, yani Yüksek Sorumlu Amir Bey’in bu tavrından pek hoşnut olmamıştım. Yanımdaki can yoldaşım garibim Ercan ne haldeydi vallahi bilmiyordum. Çünkü onun yüzüne bakacak vaktim yoktu. Hem zaten O cesur bir gençti. Üstelik de bana inanıp güveniyordu. Hem de sözcü bendim. Bir de ben, mizaç itibariyle kendimi hep üzerinde durduğum olaya kaptıran bir yapıdaydım. Bir işe başladığımda dışarıda gök yere inercesine yağmur da yağsa, bundan haberim olmazdı. Ben tamamen başladığım işe odaklanır, tüm gücümü o işi çözmeye hasrederdim. Ve meşru olan her yolu deneyerek, Allah’ın yardımıyla mutlaka sonuç almak arzu ederdim. O bakımdan Ercan’ımın o an ne halde olduğunu doğrusu fark edemedim! Aslında etmeliydim. Çünkü O benim tek destekçimdi…
Demek ki iyi bir asker ve örgütçü değilim.En iyisi ben konuya döneyim Amir Bey’e; “Dilekçemi kayıt edip etmeyeceğini” sordum.
O ise; “Burada böyle bir kayıt defterinin olmadığını, kendisine niçin güvenmediğimizi” falan söyledi.
Evet..! Ben de anlamıştım. Kendisi güvenilir adamdı.(!) Ama onun bu güvenilirliği(!) beni çileden çıkarmaya yetmişti. Ve devamla ben; “Beyefendi! Yazacağım dilekçeyi benim arkamdan çöp kovasına atabilir misin (?) ! Beri bak! Ben senin memurun olmadığım gibi, sen de benim amirim değilsin!”
“Bırak dilekçeyi milekçeyi..! Adamlar buraya getirip bıraktığınız yüz binlerce vatandaşımızı sövüşlemişler, kaçmak üzereler! Sen görevini yapıp, onları kaçmadan yakalatıyor musun, yakalatmıyor musun? Bunun cevabını ver!” dedim.
Amir duraksadı! Düşündü… Bana baktı. Yerinden kalktı! Yan odaya geçti: Biraz sonra dışarıya çıktı, ve;
“Buyurun, sayın Diyanet İşleri Başkanlığı Başkan yardımcılarımızdan Mekke Sorumlumuz falanca bey sizi içeride bekliyor.” dedi.
Kendisi, kendi masasına gitti. Biz de hemen içeri daldık. Ve böylece, Sn. Mekke Baş Sorumlusuna kavuşmuş olduk. Sağ olsun, Baş Sorumlu bize, oturmamız için yer gösterdi. Hakikaten daha nezaketliydi. Hatta bize bir şeyler de ikram etmek istedi. Ama biz istemedik. Hemen konuya girdik ve kısaca anlattık: “……”
O da; “Böyle bir şey yoksa bunun özellikle burada yapılmasının büyük vebal olacağını, iddiamızın aslı çıkmazsa yevm-i kıyamet’te yani kıyamet günü’nde bunun hesabını veremeyeceğimizi” falan söyledi.
İçimden; “Allah Allah…! Bunların hepsi Nasrettin Hoca’nın Teli’nden çalıyor.” diye geçirdim. Hoca Nasrettin’in teli konusunu burada anlatıp da konuyu dağıtmayayım. Bu tel konusunu az sonra anlatayım.
Mekke Baş Sorumlusu Bey’e hitaben;
“Falanca Bey, o dediğiniz vebali bırakınız, ben düşüneyim…! Siz burada devlet erki kullanıyorsunuz. Bu Hacc organizasyonunu da din adamlığı vasfınız (Ki, dinimizde din adamlığı diye bir kavram yoktur.) nedeniyle değil, devlet memurluğu vasfınızla yapıyorsunuz. Lütfen görevinizi yapınız. Aksi halde ben, bu odadan çıktığım gibi, Cidde’deki Konsolosluğumuza gideceğim…! Sizler görevinizi yapmasanız da benim bir devletim var…! Nitekim bu işin Türkiye’de de takipçisi olacağım.” dedim.
Bunun üzerine; “Biraz beklememizi” istedi. Derhal telefona sarıldı.
Buradan da anlaşıldı ki, Baş Sorumlu daha akıllı bir adamdı. Bir iki telefon; derhal dolandırıcılığı yapan adamların bizzat kendilerine ulaştı. Bu durumu telefon konuşmalarından anlıyordum. Şimdi düşünüyorum da dolandırıcılara bu derece çabuk erişmesi dahi üzerinde durup düşünmeye, Sn. Amir (!) Bey’in işi çözmek irade ve metodunu anlamaya, sonuç olarak da kendisine inanmamayı gerektiren bir durumdu. Lakin hep söylerim; “Ben biraz saftiriğimdir.” diye… Hakikaten de öyleyimdir! Yine de bu “saftirik” halimden memnunum. Çünkü nihai kaybeden hem ben değilim, hem de insanlara iyi niyet kullanmak prensibime aykırı davranmak istemiyorum. Üstelik de ileri dönük başkaca hamleleri ta en başta öngörebiliyorum. Böylece bu öngörünün bana verdiği güven içinde davranıyorum…! İşin daha da önemlisi her şeyi görüp, bilip kayıt altına alan Biri’nin yani Allah’ın var olduğunu biliyorum… Evet; ne mutlu bizlere ki Allah var, Allah..!
Yine Amir (!) Bey’in hal ve hareketleri bakımından saftirikliğimin bir başka boyutuna daha işaret etmek isterim ki; güya adamların arabaları arızalanmıştı. (şimdi düşünüyorum da hepsi mi arızalanmıştı.(?) ) Şimdi ise araçlar faal hale getirilmiş, Türkiye’ye giriş yapmaktaydılar. En geç iki gün içinde tüm emanetler, yani hacc için oraya giden vatandaşlarımızdan çarpılan mallar yerlerine teslim edilmiş olacaktı. (Şimdi düşünüyorum da hangi yerlerine teslim edilmiş olacaklardı.(!) ? Bu iki gün onlara, Medine’den de sıvışmaları için yeterli bir zamandı halbuki…)
Bunu düşünemedim; düşünemedim çünkü yukarıda söylediğim gibi ben hep söylerim; “zaten ben biraz safımdır.” diye. Bir de Baş Sorumlu Bey’e (!) güvenmiştim.
Adam bize dönüp bir de; “Bakın,ben size demedim mi? Adamların hakkına gitmişsiniz. Adamlar emanetlerin hepsini en geç iki gün içinde yerlerine teslim edecekler (?) Hem artık ben, bu işin takipçisiyim. Eğer sözlerini yerine vardırmazlarsa derhal tutuklattıracağım…! Bundan emin olun…!. Üstelik siz de takip edin… Eğer emanetler iki gün içinde yerlerinde olmazsa, doğruca bana gelin. Ben onların kimliklerini biliyorum. O zaman ne lazımsa yapalım. Şimdilik haydi gidin. Ve rahat olun.” dedi.
Böylece özellikle ben “Saf köylü: Mehmet Ağa”, O’na inandım. Odadan çıktık. İnanıp oradan ayrılsam da işin yakasını bırakmayacak, iki gün sonra tekrar devam edecektim. Benimkisi, işi iki gün ertelemekten ibaretti…. Fakat hataydı… Sonradan düşünüyorum da adamın anlattıkları çelişkilerle doluydu…! Diyorum ya; “Ben hem biraz safımdır.” Ama koskocaman mevkileri işgal eden adamlara bir nebzecik olsun güvenmeyip de ne yapacaktık? Bunlara da mı güvenmeye hakkımız olmamalıydı?
Yine de fikrim, toplumsal güven duygusunun daha sağlıklı biçimde yaşaması, insanların hakkına gidilmemesi, iyi niyet kullanarak tolore etme yoluna gidilmesi gereği vs açılardan öncelikli olarak, tanı ya da tanıma, karşındaki insanın sözlerine evvelemirde inanıp güven duymaktan yanadır. Ancak kabaklık da elbet iyi değil…! Düşünsene be adam(!):
Yukarıda değindiğim gibi; adamın anlattığı şeyler ve son gelişmeler çelişkilerle doluydu. “Saf köylü Mehmet Ağa” olmanın sırası mıydı ? Ama oldu bir kere…! Bir saflıktır ettik işte… Ve işi iki gün tehir ettik. Rutin işlerimize devam ettik. Halbuki bu iki gün dolandırıcıların toplanıp kaçmasına yeterli bir zamandı. Üstelik adamlar açıktan açığa uyarılmışlardı…!
Her neyse; bahis mevzuu olan o iki gün geçti. Yaptığımız araştırma, ortada bizim açımızdan olumlu bir sonuç olmadığını gösteriyordu. Doğruca Baş Sorumlunun bulunduğu yere, yani yanına gittik. Aaa…! Meğer baş sorumlu bey (!), bizimle görüştüğü akşam Türkiye’ye dönmüşmüş.!? Hayda..!
Her şey ortadaydı. Adam bizi bir güzel atlatmıştı. Üstelik de iyi idareciydi(!). bizi gerçekten de iyi idare etmişti. Onca işlerinin arasında bizim gibi lüzumsuz işlerle uğraşanların tacizinden (!) kendi kurumunu korumuş, gerçek iş ve işlevlerini (!) yerine getirmelerini temin etmişti.(?) Ayrıca hacc için kutsal topraklara giden vatandaşlarımızın emanetlerinin yerlerini bulmasını da bir güzel sağlamıştı…(!) Yani dolandırıcıların uygun gördükleri, kendi ellerinin altındaki emanet yerlerine...
Bu arada bizim de, Medine’ye gidip, Resullah’ı ziyaret edeceğimiz, Camisinde namaz kılacağımız günler de gelmişti zaten.
* * * * * * * * * * * *
Ben bu aradan istifade ederek, isterseniz Nasrettin Hoca’nın “Bağlamasının Teli’ni” anlatayım:
Bir gün Hoca düğüne gider. Çalgıcıların yanına bir yere “buyur” ederler. Ederler etmesine ama, eline de bir bağlama tutuştururlar.
Hoca: “Ben çalmayı bilmem” dese de ısrar ederler. (Dikkat buyurun: Nasrettin Hoca, bağlama çalmayı bilmediğini biliyor.)
Bunun üzerine parmağını bağlama perdesinin birinin üzerine basar; vurur mızrabı bağlamanın tellerinden birine… Ama hep: “tın,tını,tın” aynı yeri çalar. Çevreden Nasrettin Hoca’ya:
“Bak Hoca’m, diğerleri parmaklarını oradan oraya gezdirerek ne de güzel çalıyorlar..! Sen ise parmağını bir yere koymuş tıngırdatıp duruyorsun..!” derler. Hoca bu…! Hiç durumu?:
“Onlar benim parmağımı koyduğum yeri arıyorlar” deyiverir.İşte Nasrettin Hoca’nın bağlama Teli’nin hikayesi budur. Belki Hoca Nasrettin haklıdır.(!) Hep ve her zaman aynı telden çalmak belki de iyidir.(!) İstikrar getirirdir.(!) Kim bilir.(!?) Doğrusu ben bilmiyorum.(!) Elbet bilenler bilir.!
* * * * * * * * * * * *
Ama Hocam bu arada size de bir sözüm olacak: Aman, Hocam! Diğer çalgıcılar senin çaldığın yeri, varsın arayadursunlar.
Bakmayın siz, biz onların çaldığı yeri aslında çoktan bulduk.
O da, şu ki: Yahu onlar baş köşeye oturmuş, bağlamayı çalıyorlar. Çalıyorlar da sanki senin telden gibi çalarmış gibi yapıyorlar. Halbuki onlar işi biliyor, geleneğe ve şirke bulanık din perdesinden çalıyorlar! Olağanüstülük telini bulmuşlar, millete hurafe dinletisi yapıyorlar. Bu düşüncemizin doğruluğunu “inşallah” ilerde, daha detaylı anlatmak suretiyle kanıtlayacağız.! O yüzden şimdilik orayı detaylandırmayacağız; sadece göstereceğiz; söyleyeceğiz! Hepsi bu! Anladık! iyi ,hoş da; biz sizlerin hangi tel ile perdeden çaldığınızı arayıp durmaya mecbur muyduk..?
“Teşbihte yani benzetmede hata olmaz.” derler. Tabii ki bu konudaki bağlamayı güzel çalıp, çok güzel ve yeni yeni melodiler çıkaran bilim sanatçılarımız yok değildir. Hem de sayıları oldukça fazladır. Lakin sesleri biraz kısılmış durumdadırlar!
* * * * * * * * * * * *
Şimdi gelelim, aynı telden çalanlarla olan, Medine mücadelemizin hikayesine: Yukarıda değindiğim gibi:
Diyanet İşleri Başkanlığı Başkan yardımcılarından Mekke Baş Sorumlusu Falanca Bey, zaten bizi atlatıp da gitmişti. Keşke sadece atlatıp gitseydi…? İleride anlaşılacağı üzere, durumu birilerine anlatıp da gitmişti. Üstelik de kendi yerine, gerçekten de işi tamamlayıcı, hem de iyi iş bitirici, bir vekil bırakıp da gitmişti.!Vekili ise; Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı mertebesindeki bir başka zat olan, o sezonun, Medine Baş Sorumlusu konumundaki kişiydi. İşte bu vekilin marifetlerini de biraz ileride anlatacağım. Çünkü O; hepsinden çetindi maşallah.! Ve sorun çözmede, üstüne yoktu evvel Allah.! (?)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder