ÜLKEMİZDEKİ “HACILIK” STATÜSÜ
Ülkemizde kullanılan şu, “Hacılık Statüsüne” burada biraz gireyim ki kavramlara doğru anlam vermediğimiz için ne tür hatalara düştüğümüzü bir nebzecik olsun görelim:
Biraz önce Yağcı Kardeş’imle ilgili bölümün sonunda konuya birazcık değinmiştim.
Kısaca; “hacı” diye; hacc farizasını elan yani hali hazır yerine getiriyor olmakta olana denildiğini, yoksa bu farizayı yerine getirerek dönen insanlara artık teknik anlamda “hacı” denilemeyeceğini belirtmiştik. Devamla da namaz kılana namazcı, oruç tutana oruççu demediğimiz, hatta böyle bir şey dersek biraz da abes kaçacağını söylemiştik. Bu hatalı algılamamızı bir kenara bırakalım ve; haccın gerçek manasıyla bir sabır sınaması olduğunu, ayrıca iyilikten yana ve kötülüğe karşı durmanın, kötülüğe başkaldırının bir sembolü olduğunu söyleyerek konumuza dönüş yapalım…
Bakınız Cenabı Allah Hümeze Suresi 2, 3 ve 4. ayetlerinde ne buyuruyor?
“O ki, mal toplamış ve onu yani topladıklarını sayıp durmuştur. Malının yani topladıklarının kendisini ebedi kılacağını zanneder. Hayır ! Andolsun ki O, Hutame’ye yani Allah’ın tutuşturulmuş, tırmanıp kalplerin ta üstüne çıkan ateşi’ne atılacaktır.”
Burada sözü edilen, “mal biriktirip sayma ile o malı biriktiren kişinin, o mal ya da mevkiinin kendisini ebedi kılacağını sanması” konusunu biraz açmamız gerekir.
Bir kere bu mal biriktirip onu sayma eylemi, sadece mal olmayıp, dünyalık mevkii, şan ve şöhretler de buraya dahildir. Burada önemli olan unsur, biriktirip sayılan mal, mevki, şan ve şöhret gibi şeylerin sırf dünya hayatının gayesi edinilmesi durumudur. Yoksa bu türden şeyler elbet kazanılmalı ancak, sırf dünya hayatının gayesi edinilmemeli. Bütün bunlar elbette dünyada kazanılır.! Ancak bu kazanımlarda ve harcamasında (tasarrufunda) Allah rızası da güdülmeli; O’ndan hem dünyalık, hem ahretlik hem de rızası beklenilmeli!
Bir de bununla kendini ebedileşmiş sanma, yani kendisini sırf dünyalık manada biriktirip saydığı o geçici şeylerle bütünleyip izah etme konusu vardır. Bu konu halen toplumsal olarak yaşadığımız en büyük kalbi hastalıklarımızdan birisidir.
İyice bir bakınız bir zenginimize, özelikle sonradan görmelerimize veya yokluktan ufacık bir varlığa, mevkii veya makama erişenimize ve onun haline; hallerine...!?
Genellikle çoğunun çalımından geçilmiyor. Kasım kasım kasılıyorlar. Sanki kaf dağlarını onlar yaratmış; her şeyleri gösterişe dönük…
Kimisi bindiği lüks bir arabayla çalım satıyor, kimisi giydiği bir kıyafetle. Kimisi okuduğu okul ya da diplomasıyla. Veya etiketiyle...
Kimisi de “Bende bunlardan bir şey yok.” diye üzüm üzüm üzülüyor; sıkım sıkım sıkılıyor. Onlara imreniyor ve öykünüyor. Bence kasınanların da, kasınanlara öykünenlerin de hali birbirinden beter!
Tam da Allah’ın Kuran’ı Kerim’inde, Karun ve Karun’daki zenginliğe imrenen halka yöneltmiş olduğu eleştirinin aynısı burada mevcut.Yani bu elde edip biriktirdikleri şeyler kendilerine emanet değil de, bizzat kendilerinin üstünlüğünü anlatan, dolayısıyla da kendilerini bütünleyip tanımladıkları şeyler çünkü. Yani kendilerini, mevki ve makamlarıyla, edindikleri mallarıyla izah ediyorlar çünkü. Ellerinden mevki ve makamlarını, ya da mallarını alıversen sudan çıkmış balığa dönüveriyorlar! Ve bir hiç olup çıkıyorlar. Zaten aslında da bir hiçtirler! Bu hiçliğe imrenilip öykünülmez bence!
Çünkü bu türlü şeyler insanı ebedi kılamazlar. Ebedi olarak o insana fayda veremezler. Bu türlü şeylerin faydası gelip geçicidir. Yani gelip geçici manasına dünyalıktırlar…
İşte bu yüzden ben; onların bu türden öykünme ve değerlendirmelerini, hep onların mantık açısına göre bir değerlendirme olarak ele alır, o davranış ve değerleri kendime örnek edinmem.
Benim açımdan asıl olan değerlendirme şudur:
Üstünlük mal, mevki ve makam sahibi olmakta değil, üstünlük elinden geldiğince erdemli bir insan olabilmektedir. Benim mal ve makam konusundaki tercihim hep; “Varsın benimki kötüsü olsun, fark etmez.” biçimindedir. Hayatım boyunca kimsenin hiçbir şeyine imrenmemişimdir.
İmrenmedim demek bir yerde yanlış olur. Belki ben, dizi dirseği yırtık insanlara imrenmişimdir. Çünkü onların halinde; tevazu, alçak gönüllülük, kanaatkarlık gibi daha nice erdemler görmüşümdür belki! Ve o yüce insanların yüceliklerine hep imrenmişimdir! Lakin örnek vermek gerekirse; model ve lüks bir arabaya binene hiç mi hiç imrenmemişimdir. Havalarında erdemsizlikler görmüşümdür belki! Bunu da sevmemişimdir; Üstelik böylesi bir durumu yaşam tarzı edinmekten utanmış sıkılmışımdır! Çünkü bunda övünülecek bir husus görmediğim gibi arlanılması lazım gelen çok ciddi yönler görmüşümdür! Öyle ya; çalışıp çalışıp veriyoruz onlara; para babalarına! Sırf çalıştığımızı vermekle kalsak iyidir. Çocuklarımızın geleceğini ve vatanını dahi borçlandık çoktan! Vay yazık halimize… Modern köleler siz de…
Her neyse ben pek bilmiyorum! Siz daha iyisini bilirsiniz elbet!
Benim için önemli olan işlevdir. Sahip olduğum bir şey işimi gördü, işlevini yerini getirdi mi iş bence tamamdır. Şatafatı ve gösterişi oldum olası sevemedim. Pahalı bir şey alsam, hep kandırıldığımı düşünürüm. Benim bilgim ve bildiğim budur; başkasını da bilmem!
Üstelik anlatmakta olduğumuz kasıntı ve şişinti hal, C. Allah’ın en sevmediği huylardandır. Bakın “Yasin Suresi” sekizince. ayette ne buyuruyor O. “Biz onların boyunlarına çenelerine kadar dayanan mânâ halkaları geçirdik ki, Bu yüzden kafaları hep kalkıktır.” (yani halk deyimiyle; burunları yere düşse, eğilip almaya tenezzül etmezler.) İşte bunlar ataları uyarılmamış, gelenek üzerine yürüyen, şinşinip kasınarak ve gerçeği böylece örten= kafirlerdir.) Demek ki bu hastalığın dermanı bir hayli acı ve ağırdır . Belki de sırf Hutame’dir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder