B- Hanımın, Kocasının Hikayesi:
Bu aşamada, yeniden biraz önce anlattığım hanımın hikayesine dönmek istiyorum. Çünkü madalyonun arka yüzü kadının beni sevk ettiği düşünceye pek uymuyordu. Kadın çok zikzak yapıyor, güvensiz ve şüpheci bir kişilik sergiliyordu.
Ayrıca gelişen olaylar benim insanlara çabuk inanan saftiriğin biri olduğumu bir kez daha ortaya koyuyordu.
Konunun bu bölümlerini henüz yazıyor olduğum için yazının bu bölümünü silebilirdim. Çünkü olay pek kadının anlattığı gibi görünmüyordu.
Dolayısıyla önce o hikayeyi oradan silmeyi düşündüm. Ama kazın ayağı öyle de değildi…? Ben kadının kocası hakkında yanılmıştım. Art niyetim olmamasına rağmen acele edip adamcağızın gıyaben hakkına gitmiştim. Silmem doğru olmayacaktı.
Hem somut olay yanlış bile olsa, toplumumuzda benzeri nice somut olaylar maalesef yaşanmaktaydı. Bu bir gerçeklikti. Şu halde bu gerçekliği gerek büroma gelen hanım yaşamış, gerekse başkaları yaşamış bir fark etmezdi.
Nihayeti benim konum, bir hikaye kitabı yazmak, bu yönden de şahsi konuyu hikaye edinmek ya da onun dedikodusunu yapmak değildi… Toplumsal hastalıklarımızın neler olduğunun, nelerden kaynaklandığının ve nihayet acizane çözüm önerilerimden ibaretti.
Durum bu olunca ve ayrıca o hikayeciğin orada kalmasında başkaca yararlar vardı:
Sabrın ne olup ne olmadığının anlaşılmasına yardımcı olacaktı çünkü.
Üstelik, silmem hanımın kocasına yaptığım haksızlığı gizlemek olacaktı. Hem belki kadının da doğru tarafları olabilirdi. Bu durumda en doğrusu; yukarıda anlattığım hikayeyi silmemekti…
Yalnız hikayeyi bir de madalyonun öbür yüzünden anlatmak her bakımdan daha iyi olacaktı. Nitekim öyle yapacağım. Ben hala kendilerine yardım etme kararlılığındaydım. Neyime gerek idiyse? Ama çocuklar perişandı! Korkuyorlardı! Savruluyorlardı! Anne psikolojik rahatsızlığı nedeniyle oldukça tutarsızdı. Çocuklar bunun idrakiyle davranabilecek güç ve gelişmişlikte değillerdi! Bu durum çocukları çok olumsuz etkiliyordu. Her şey ortadaydı. Ailecek hepsinin yardıma ihtiyaçları vardı.
Hanım bana son gelişinde bambaşka bir tavırla; “Bundan sonra işleriyle hiç ilgilenmemem” talebiyle geldi. Yanında çocukları da vardı. Önceki görüşmelerimden aklımda kaldığına göre çocukların aynı gün babalarıyla görüşecek olduklarını biliyordum.
Çocuklardan büyük olana kartvizitlerimden birini verdim.Ve: “Kızım, babana benden selam söyle, ben sizlere yardımcı olmak arzusundayım. O nedenle de babanla bir görüşmek istiyorum. Bana mutlaka uğrasın.” dedim.
Annesi de devreye girerek; “İşyeri hemen şuracıkta. Telefonla arayalım. O kendisi bizi arar. O zaman söyleyelim. Hem gelmek isterse sizinle hemen görüşsün.” dediler. Bana da uygun göründü; kabul ettim.
Onlar yine devamla; “Ama biz bulunmayalım, gidelim. Babamız bize kızabilir.” dediler.
Bana bu da makul göründü; kabul ettim. Gerçi görüşme kızın telefonundan olacaktı ama, ben nasılsa iyi niyetliydim. Karşımdaki bir insandı ve insanları biraz olsun ikna kabiliyetim vardı. İnşallah onu da ikna ederdim. Çocuğa da sonra kızmazdı. Böyle düşündüm….(?)
Kızcağız babasına çağrı bıraktı. Bu arada ben, “Babası geri dönüş yaparsa telefonu hemen bana vermesini” söyledim. Çünkü kızcağız durumu izah edemeyebilirdi.
Nitekim biraz sonra büyük kız çocuğunun telefonu çalmaya başladı. Büyük Kız; “Babam arıyor.” dedi.
Telefonu isteyerek kızın elinden aldım ve seslendim; “Alo…?”
Tabii ki beklemediği hiç tanımadığı bir ses (!) adam elbette şaşıracaktı. Buna fazlaca fırsat vermeden ben:
“Alo, Falanca Bey, ben filancayım. Kızların eski hanımınla beraber benim büromdalar. Seninle görüşmek arzu ediyorum.” demeye kalmadan adam kararlı, istikrarlı ve kendinden emin bir ses tonuyla:
“Kendisiyle ne maksatla konuşacağımı sorarak, eğer görüşeceğim şey, hukuki bir şeyse avukatlarının isimlerini vereceğini, bu hususta görüşülecek bir şey olmadığını vb. şeyler” söyledi.
Ben de; “Konunun hukuki olmadığını, insani olduğunu, ortada bir sorun bulunduğunu, özellikle çocukların iyi durumda olmadıklarından bahisle, elimden bir yardım gelirse yapmak istediğimi, bu çabamla bir hadsizlik ediyorsam bağışlanmamı, ama yine de görüşmemizin uygun olabileceğini.” söyledim.
Bunun üzerine O da yerimi sordu, tarif ettim. 10 dakika sonra yanımda olacağını belirtti. “Tamam” dedik telefonları kapattık.
Bahsini ettiğim hanımla çocukları, apar topar gittiler. Bu arada 10 dakikaya da varmadan adam geldi. ?
Güçlü kuvvetli, iri kıyım, sportmen vücutlu, yakışıklı, şimdilerdeki tabirle “karizma” bir adamdı. Öfkeliydi ama, kararlı ve saygılıydı. İradesi de fevkalade güçlü… Ne dediğini, ne istediğini bilen, kararlı bir insan olduğu her halinden belliydi! Ayrıldığı eşi sağlıklı bile olsa doğrusu ona hanımlık yapabilecek güçte değildi. Bu durum net olarak görülüyordu!
Sabrın bir boyutu da, hayata karşı olumlu anlamda dik duruş değil miydi? Evet. Bence öyleydi.
Gözleri fırıl-fırıl arayıştaydı. Belli ki eski eşiyle çocuklarını arıyordu. “Buyur; hoş geldin. Onlar yok; seninle telefonda konuştuğumuzdan hemen sonra gittiler. Geç otur.” dedim. Adam bir solukta anlattı:
Memleketten 12 yaşında bir çocukken çıkıp gelmişti gurbet ellerine. Bu konuma dişiyle tırnağıyla gelmişti. Evlendikten sonra karısını sevmiş, saymıştı. Her türlü değeri vermişti. Hastanelerde dertlerine dermanlar aramış, burada kimseleri olmadığından, (bana olan anlatımlarında, aslında bu ifadeleri hanımı da doğruluyordu.) bizzat kendi koşturmuştu hastane köşelerinde. Çocuklarını ve eşini elinden geldiğince iyi yaşatmıştı. Ama karısı ona çok kötü davranıyordu. Hatta kendisini uyurken öldürebileceğinden korkuyordu.
Ola ola bir ev sahibi olmuştu. Onun da tapusunu karısı üzerine vermişti. Karısı ise onu kaç kez kapı dışarı etmişti. Artık bu iş bitmişti. Sevgisi de kalmamıştı.
Bahsini etmiş olduğu evin, evlilikte edinilen malların ortaklığı hakkındaki TMK. hükümlerine göre yarısının kendisinin yarısının hanımının olması gerektiğini, eski karısı hiçbir iş yapmamış olmasına karşın bunun dahi peşine düşmediğini, sadece kendi payına düşmesi lazım gelen 1/2 lik bölümünü çocukları adına reşit oluncaya dek satılmaması kaydıyla tescil ve tapuda şerh verdirdiğini, ayrıca toplam her ay düzenli olarak 500YTL nafaka ödediğini, ayrıca çocukların sair ihtiyaçlarını da karşıladığını, evden de şahsi eşyaları hariç, hiçbir eşya almadığını, tüm ev eşyalarının kurulu düzen yerinde kaldığını, ev kirası olmayan eşinin bu parayla rahatlıkla hayatını idame ettirebileceğini, çocuklarına ise dilerse bakabileceğini, istemiyorsa kendisinin çocuklara bakmaya talip olduğunu, zaten kendisinin esas itibariyle çocukları almak istediğini, eski hanımını düşündüğü için ona şans verdiğini, ayrıca çocuklarıyla sürekli temas içinde olduğunu, duygu ve fikir alış verişinde bulunduklarını, hem kendine, hem de çocuklarına yararlı olabilmek için, kendisinin de bir düzen kurmaya ihtiyacı olduğunu” söyledi. Adam doğru söylüyordu; üstelik samimiydi. Söylediklerinin doğruluğunu gerek eski eşinin anlatımlarından gerekse, incelemiş bulunduğum konuya dair dosya içeriğinden biliyordum.
“Peki. Ama çocukların psikolojik durumları pek iyi değil. Bir an önce işi istikrara kavuşturmak gerekir.” dedim.
“Durumu düşündüğünü, eski eşinin bu son şansını kullanamazsa çocukları kendisinden almak zorunda kalacağını, fakat onun yani eski karısının ekonomik bir zorluğu olamayacağını, sadece manevi desteğe ihtiyacı olduğunu, bunu da artık O’nun kendi ailesinin yapması gerektiğini…” söyledi.
“Peki, senin hanım, burada yaşayamayacağını, hatıraların kendi sağlığını bozduğunu, bu evi satıp bir başka ev almak istediğini söylüyor. Sen daha iyi bilirsin. Böyle yapmakta bir fayda var mıdır?” dedim.
“Bunda bir faydanın olmayacağını, gideceği yerde de karasızlık ve güvensizlik yapacağını, sonucun aynı olacağını…” söyledi. “Bir de senin, başka kadınlarla alakan olduğunu söylüyor.” demeye kalmadı. Adam hüzünlendi, üzüldü!
“Bunu bazı dostlarımdan da duydum.” … “Bunlar tamamen kendisinin hayal mahsulü şeylerdir.”
“Hatta bazıları bana; “Senden beklemezdik” falan dediler. Bu durum beni çok üzüyor ve haksız yere rencide ediliyorum. İnsanlar maalesef akıllarını kullanıp sağlıklı bir değerlendirme yapmadan duydukları “miş, mişe” göre karar veriyorlar. Halbuki ben asla harama uçkur çözmem; böyle bir şey benim kişiliğime aykırıdır.” dedi.
Tam bu aşamada hakkında düşünüp yazdıklarımdan hicap duydum. Kendi insanlığımdan utandım. Ona hak veriyordum. Durumu zordu!
* * * * * * * * * * * *
Biraz farklı da olsa ben, onun henüz yaşacaklarını büyük acılara katlana katlana yaşaya gelmiştim…! Karşımdakilerin hep zavallıları oynadıklarından dolayı, “Yazık etti.” kurşunlarını yiye yiye bu günlere gelmiş, bu yüzden büyük acılar çekmiştim…! Bu durumu aşabilmek adına büyük mücadeleler vermiştim…! Bu mücadeleleri vermek zorunda kalırken, insanlığa faydalı olabilmek adına çok şeyler kaybetmiştim…!
Ve gençlik yıllarımı hatırladım; çektiğim çileleri… İşte bu halen yaşıyor olduğumuz Torbalı İlçesi’nin bir köyünde, garip ve yalnız (!) bir öğretmenken, girme gereksinimim bulunduğu halde, arıma boğulup, Torbalı Hükümet Konağı’nın önünden dahi geçemediğim günleri hatırladım…
Beni anlamayarak hakkıma giden insanlardan birisi olan Torbalı Karakuyu Köyü (o zaman ki) Orta Okulu memurlarından, aynı köylü rahmetli Sıtkı Ergin’in, bir gün benim önüme geçerek bana:
“Ulan arkadaş, bizler, gıyabında senin hakkına çok gittik… Seni bir kaşık suda boğmak ve boğdurmak için çok çabaladık…! Lakin geç de olsa anladım; sen önünden dahi, geçilemeyecek bir insanmışsın... Bize hakkını helal et. Bundan sonra ne olursa olsun arkandayım, yanındayım.” Dediği, böyle demesiyle de büyük bir teselli bulduğum, benim de ona:
“Abi, helalı hoş olsun. Çok sağ ol. Herkes senin gibi olamıyor. Sen yüce ve erdemli bir insansın. Çünkü olayların değerlendirmesini yapabilen, gerektiğinde hatasını görüp özür dilemesini bilen bir kişisin. Senden insana dost olur.” dediğim, günler geldi aklıma!
Sözün burasında, Rahman-i Rahim’e kavuşan Sıtkı Abi’ye Cenab-ı Allah’tan rahmet diliyorum.
Ve daha dün, aynı yerin önünde, birinin karşısındakine, bana veya bir başkasına güvensizlik yapmakta çok ileri giderek beni çileden çıkarttığı, “Demek hala güvenmiyorsun öyle mi…? Ulan çekil önümden…! Şu Torbalı’da benden daha doğru konuşan bir adam varsa onu getir karşıma…! İşte ben buradayım. İşte meydan…! Ve meydan okuyorum: Torbalı Çukurunda sözün en doğrusunu ben konuşuyorum.” diye delicesine bağırdığım anlar geldi aklıma.!?
* * * * * * * * * * * *
“Kardeşim, işin zor; Allah yardımcın olsun! Ama yine de illa çocukların; illa çocukların… Onlara daha istikrarlı yaşayabilecekleri bir ortamı oluşturmaya çalış…! Eğer bana bu konuda bir vazife düşerse yanında olacağım. Ben sonradan olma avukatım. Benim asli mesleğim öğretmenliktir. Bu yüzden de ben, bu avukatlık mesleğini, ticari bir iş olarak görmedim. Avukatlığı hep kamu hizmeti olarak ele aldım; durumu buna göre değerlendir.” dedim.
Bana teşekkür etti; işlerinin yoğunluğundan bahisle kalkmak üzereydi ki; çocuklarıyla birlikte adamın eski hanımı birden bire içeri daldı. Ben aralarında faydalı bir zemin bulabileceğimizi düşünürken tedbirsiz davrandım.
Kadın ani bir hareketle; elindeki anahtarları adamın kafasına doğru fırlattığı gibi, “O….. çocuğu…!” diyerek adamın üzerine çullandı.
Önceleri; “Ben bu adamı öldüreceğim.” falan diyordu da ben pek ciddiye almıyordum. Kendisi ufak tefek minyon tipliydi. Ben adamın, kadın tarafından yapılan bu saldırıyı küçük bir el ya da kol hareketiyle savacağını, hatta kadına vurarak onu savurup atacağını falan düşündüm.
Bu arada, kaşla göz arasında çocuklardan biri; “Yapmayın!” diye bir çığlık atarak ikisinin arasına girdi.
Ben ayırmak üzere aralarına girmeye çalıştıysam da adamın vurup itmekten, kadına bir zarar vermekten çok, O’nu kendisinden uzaklaştırmaya çalışmaktan başka bir gayretini görmedim. Ancak kadın adamın üzerine çullanmış, bir türlü ondan aralaşmıyordu!
Kadını kocasının üzerinden koparmaya çalıştığım sırada adamın büyük bir acıyla; “Aman kolum…! Kolumu koparacak” diye çığlık attığını duydum.
Baktım; kadın adamın kolunu dişleriyle fena halde kavramıştı. Bir yüklendim; kadını adamın kolundan ayıramadım! İkinci defasında, sol elimle adamın kolunu tuttum; diğer kolumla da kadının başını koltukladım! Var gücümle yüklendim! “caart” diye bir ses!
Kadının başını adamın kolundan ayırmıştım! Eğer Ayıramamış olsaydım kadın ısırdığı yeri olduğu gibi koparacaktı! Hayret..! Böylesine bir ısırmayı ömrümde hiç görmemiştim..!
Adamın kolundan ayırdıktan sonra kadını arkasından kucakladım; güçlükle odadan çıkardım. Geriye döndüğümde adamın kolu fena ısırılmış, etiyle karışık derileri falan sıyrılmıştı. Adam büyük bir acı içindeydi. Kendisinden binlerce kez özür diledim. Kabahat benimdi!
Tedbirsizlik yapmıştım. İnsanlara güven ve iyi niyetimin karşılığını bir kez daha almıştım. Ama bu tür karşılıkları her zaman alıyordum Ve de almaya hazırdım! Lakin adamın içine düştüğü duruma neden olmakta katkımın bulunması beni çok rahatsız etti.Kadını ve çocukları büromdan uzaklaştırdım. Geri döndüm. Adam bir sigara yakmıştı. Aslında büromda kimseye sigara içirtmiyordum. O’na seslenmedim.
“Bir şeyler bari iç” diye, aceleyle elime geçen narlı sodayı ikram ettim; içti. Biraz kendine gelmişti. “Bu iş tamam” dedi adam! “Bu kadın bu kadın, bu çocuklara bakamaz. Kararımı verdim hemen yarın dava açayım çocukları alayım.” diyerek hastanenin yolunu tuttu!
Bense; yanımdaki bir kişiyi saldırıya uğratmanın mahcubiyetiyle kalakaldım. Sadece arkasından: “Aman çocukların adına daha dikkatli davran!” diyebildim. Ama O zaten bunu yapacaktı.
Bana “Allahaısmarladık” der gibilerinden bir el kaldırdı ve merdivenlerden kayboldu. Sanırım ki, bu olayı her hatırladığımda, yukarıda andığım bu mahcubiyeti tekrar tekrar duyacağım, yaşayacağım!
Sabır neydi? Katlanmak neydi? Çoğu zaman kafamın içi allak bullak olduğu gibi, düşüncelerim yine karman çorman! En iyisi; konumuz bağlamındaki değerlendirmeyi sizler yapın! Soruların cevaplarını da yine sizler verin!
C- Alın Size Bir Cesaret ve Sabır Örneği Daha:
Cesaret de bir erdemdir .Ama sözüm ona, ”Aptal cesaretinden” bahsetmiyorum. Bir insanın mümkün mertebe her konuda bilinçli olması, daha da önemlisi bilinçle Allah’a dayanması, O’na baş eğdikten sonra artık hiçbir şeye baş eğmemesi şeklinde tecelli eden, evvela Allah’a, sonra kendine, nihayet herkese güvenle perçinlenen, bu bilinçle bakmayı bilen bir halin de içinde mevcut olduğu bir cesaretten bahsediyorum.
O cesaret ki vakur olmayı da içinde barındırır.
Ayrıca insana yaptığı işin olumsuz sonuçlarına da en baştan katlanmak gerektiği bilinç ve gücünü beraberinde verir! Örneğin: Birine borç verirken “öder canım.” Kolaycılığına kaçmaz. Ödemezse neler yapabileceğini düşünür. Hatta bu parayı geri alamama riskini baştan görür. Bu durumu dahi en baştan kabullenir. Yani sonuçlara baştan razı olur. Bir başkasına kefil olma konusu da öyledir. Kefil olmanın, kefil olunan kişi ödemezse, “Ben ödeyeceğim” demek olduğunu bilir. Yoksa “Borçlu borcunu nasılsa öder. Ben buna tanıklık ederim. Siz benim bu sözüme güvenin; gerisini merak etmeyin.!” demek falan değildir kefillik. Cesur insan bu borcu ödeyebileceğini ta baştan bilir ve kabullenir. Böylece de erdemli ve cesur olmuş olur.
Bence bunun aksi erdemsizliktir. Bunun aksini söylemek bilinçsizliktir. Bu “bilinçsiz olma hali” hafif bir durumdur. İşin daha vahim olanı, bu hali doğru kabul etmektir. Bu ise erdemsizliğin ta kendisidir.
**********************
Aşağıdaki haber, MSN Messenger sitesinden alınmıştır; konuyla ilgisi bakımından buraya olduğu gibice konulmuş, önemle dikkatlerinize sunulmuştur!
“ 22 Ekim 1993 günü Diyarbakır'ın Lice ilçesinde teröristler ile güvenlik güçleri arasında başlayan çatışmada Tuğgeneral Bahtiyar Aydın, başına isabet eden bir kurşunla vurulmuş, Asayiş Komutanı Korgeneral Hasan Kundakçı ve yardımcısı Tümgeneral İlker Başbuğ'u taşıyan helikopter yoğun Kanas ateşi altında Diyarbakır'ın Lice ilçesi üzerine gelip alçalmaya başlamış ve 55 yaralı ve hasta askerin bulunduğu okulun bahçesine inmiştir.
Telsizle haberleşen PKK'lıların, Hasta, sakat fark etmez. 55 asker iyi skandal olur konuşmaları üzerine Korgeneral Kundakçı askerlere, Arkadaşlar teröristler sizi gözlerine kestirmiş, biraz sonra saldıracaklarmış. Yataklarınızda basılarak öleceğinize, mevzide çarpışarak ölünüz. Sizin için zor olduğunu biliyorum ama, hemen kalkın, aşağıda toplanın demiş ve 55 yaralı asker 2 general ve yaverleri ile 2 pilot toplam 61 asker ilçenin doğusunda 20-25 kilometre mesafedeki ve teröristlerle çatışma halindeki Askeri kışladaki birlikler gelene kadar (14 saat sonra) çatışmaya başlamışlar ve tek zaiyat vermeden teröristleri geri püskürtmüşlerdir.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder